Afyon Bolvadin’deyiz… Sene 1969, aklım yeni yeni ermeye başlıyor. Haftada bir gece ailece bir odaya toplanıyoruz ve o müziği bekliyoruz. Müzik kelimelere nasıl dökülür bilmiyorum ama dı dı dı dıııt dı dı dı ddııııt diye başlayan, çağıran bir müzik. Ardından tok bir ses “Radyo Tiyatrosu” anonsunu yapıyor ve devam ediyor; yazan…, çeviren…, seslendirenler…, efekt… Odanın ışığı kapatılıyor, bütün aile radyodan yükselen seslerin oluşturduğu o büyülü âlemde kayboluyor. Çıt yok odada.
Beş yaşındaydım o zamanlar. Okula bile gitmiyorum, tiyatro nedir onu da bilmiyorum. Sanıyorum ki o kutunun içinde küçücük insanlar var; oyunlar oynuyorlar, şarkılar söylüyorlar, her saat başı da babamın merakla beklediği ajansları okuyorlar. İçini açmaya bir cesaret edebilsem sanki hepsiyle göz göze gelecekmişim zannediyorum.
Televizyon yok o zamanlar, bırakın televizyonun olmasını, fikri bile yok hayatlarımızda. Her evin kocaman bir radyosu var; büfelerin üstüne yerleştirilmiş, üzerlerine dantel örtüler serilmiş. Ama bizim radyomuz öyle değil, memur adam radyosu; küçük, pratik ve taşınabilir. O radyoyu ne zaman elime aldım, ne zaman birlikte dolaşmaya başladım hatırlamıyorum.
Hani çocukların hiç bırakamadıkları bazı oyuncakları olur ya, benim oyuncağım da o büyülü alet olmuştu. Elimde radyo; mutfak, salon, bağ, bahçe ve ben yurtdışından izne gelen Almancılar gibi sürekli radyoyla dolaşıyorum. Ne buluyorum o kutudan yükselen seslerde bilmiyorum, dostluğun da ne olduğunu bilmediğim gibi.
Şimdi ise biliyorum o büyülü seslerde ne bulduğumu. “Dost hadi gidelim dediğinde nereye diye sormadan kalkıp seninle gelendir” diye okumuştum bir yerde, işte o yıllarda ben de benimle her yere sormadan gelen o radyoda dostluğu buluyormuşum farkında bile olmadan. Ben “hadi” derdim, tutardım sapından, o da hiç itiraz etmeden nereye desem oraya gelir, benimle dere tepe dolaşırdı.
Dağ bayır dolaşarak mütemmim cüzüm radyom ve ben yaşayıp giderken yıllar yılları kovaladı ve lise bitti. Haziran ayında postacının getirdiği zarfı kalbim duracakmış gibi açtıktan iki ay sonra kadim dostuma “Hadi Ankara’ya gidiyoruz” dedim, o yine sormadı neden diye ama ben söyledim; okumaya gidiyoruz dedim. Sevindi mi ya da benim gibi evden ayrılmanın hüznünü içinde hissetti mi bilmiyorum ama her zaman olduğu gibi hiç itirazsız benimle geldi, o gecekondu semtindeki fakir evime.
İlk gurbete çıkışımın yalnızlığının susmayan tek sesiydi. “Gecenin İçinden” programı ile beni uyutup, “Günaydın” programı ile uyandırırdı. Ben uyurdum o konuşur, anlatır, şarkılar, türküler söylerdi, hiç bıkıp usanmadan. Neden bu kadar candı, neden bu kadar canandı bilmiyorum, belki de yatağıma aldığım tek dostum olduğu içindi.
Hayat ne kadar garip ve sürprizlerle dolu. Gün yirmi dört saat ve ben eve geldiğim andan itibaren radyo dinliyorum. Bütün programları seviyorum ama nedense cumartesi sabahları yayınlanan “Günaydın” programını bir başka seviyorum. Mecbur olmadığım halde her cumartesi uyanıyor ve o programı dinleyip tekrar uyuyorum. Bir şey var o programda beni çeken; çalınan müzikler… Ayrılığı, hasreti anlatıyor şarkılar, türküler. Arabesk bir lezzet var sabahın seherinde radyodan yayılan nağmelerde.
O zamanlar bilmiyorum o programın Türkiye’nin Sesi Radyosu tarafından hazırlanıp, gurbete gidenler ile sılada kalanları, aynı yürek sızılarında buluşturduğunu ve beni o programa çeken büyünün de sınırlar ötesi hasrete tercüman olan nağmelerde, kendi iller arası özlemimin dile gelişi olduğunu. Ve yine bilmiyorum yıllar sonra kaderimin bana oynadığı güzel bir oyunun sonucunda o radyoda çalışmaya başlayıp, o programı benim hazırlayacağımı.
Nereden bilirdim ki işletme bölümünde okuyan bir öğrenci olarak yolumun radyodan, seslerden, kelimelerden geçeceğini. Sanıyordum ki mesleğe atıldığımda rakamlarla oynayacağım. Ama kader insana bazen güzel sürprizler yapıyor, oyunlar oynuyor; bana yaptığı gibi. Alanımla ilgili bir sınava girmek için geldiğim Ankara’da bir arkadaşım, bütün hayatımı etkileyecek o soruyu soruyor: “Neden TRT’nin sınavına girmiyorsun?”
“Ne, ne diyorsun sen, babam beni öldürür, şanocu mu olacaksın sen diye” ilk anın şaşkınlığıyla cevaplıyorum arkadaşımı. Ardından aklım yatmaya başlıyor, en azından sınav tecrübem olur, zaten çok fazla belge istemiyorlar başvururken diyorum ve TRT’ye belgelerimi teslim ediyorum. Tabi ki aileme tek bir kelime söylemeden!
Ve hala gülüyorum sınavda jürinin bana yönelttiği “Seni işe alırsak radyodan televizyona geçer misin” sorusuna verdiğim cevabı hatırladıkça. O yılların saflığı ile “Ben daha işin ne olduğunu bilmiyorum ki televizyona geçmeyi düşüneyim” deyiveriyorum.
Doğruydu da söylediklerim ben işin ne olduğunu bilmiyordum ki… Ama şimdi biliyorum ve diyorum ki; işim kaderimin bana oynadığı en güzel oyun, hayatın bana verdiği en büyük armağan. İnsanın işine armağan olarak bakmasından öte mutluluk olabilir mi?
Sizler mesleklerinizi nasıl tanımlarsınız bilmiyorum ama ben şöyle tarif ediyorum: “Devlet bana oku, öğren, yaz, anlat diye her ay maaş veriyor, insanların hobi olarak yaptıklarını ben para kazanmak için yapıyorum” bundan güzel bir iş olabilir mi?
Ki bunlar radyoculuğun kişisel gelişime olan katkısı.
Diğer katkılarına gelince bilmem dilim döner mi, kelimeler yeter mi saymaya.
Şöyle düşünün; elinizde sadece tek bir silahınız var; kelimeler. Kelimeler ile bir dünya yaratıyorsunuz. Siz mikrofonun başındasınız, kelimeler ağzınızdan dökülmeye başlıyor ve sesinizin nerelere gittiğini tahayyül bile edemiyorsunuz. Kimin o anda radyosu açık, kimin kulağı sizde, kimin gözünde yaş var ya da kimin dudağında gülümseme var bilmiyorsunuz. Siz sadece kelimelerinizi söylüyorsunuz.
Söylediğiniz her kelime, her insanda bir başka anlama bürünüyor. Bir kelime ile sizi dinleyen kaç insan varsa o kadar çağrışım çıkıyor ortaya. Aşk diyorsunuz; herkesin aşkı kendince canlanıyor yüreğinde, hasret diyorsunuz: herkes kendi hasretinin sızısına dokunuyor gönlünde, ihanet diyorsunuz; herkes kendi arkasındaki bıçağın acısını duyuyor sırtında, memleket diyorsunuz; herkes kendi memleketinin kokusunu hissediyor burnunda. Bir kelime ile binlerce hayata dokunmak… Hayal edebiliyor musunuz?
İşte radyoculuk her gün, her an bu mucizeye tanıklık etmektir.
Bununla da kalmaz radyoculuğun mucizeleri… Bunca yıllık meslek hayatımda yaşadığım mucizelerden sadece bir örnek :
Diyarbakır radyosunda çalışıyorum. Yıl 1989… Yoksul bir köyün öğretmeninin fakirlik, okuma hevesi, zeki çocukların varlığı vb. sözlerin sıralandığı bir mektup yayınlıyorum. Mektupta sihirli bir cümle var: “Öğrencilerim bir önceki yılın defterlerini silip yeniden kullanıyorlar!” Bu cümlenin mucizesini iki hafta sonra radyonun önüne gelen kocaman kolilerle yüklü kamyoneti görünce anlıyorum. Kırtasiye malzemeleri ile yüklü.
İstanbul’dan, o cümlenin sihrine yüreğini kaptıran bir kırtasiyeciden geliyor. “Yayınınızı dinledim, o çocuklara bir armağan göndermek istedim” diyor sonradan açtığı telefonda. Bize düşen malzemeleri götürmek, öğrencilerin, öğretmenin sevincine tanıklık etmek ve o coşkuyu İstanbul’daki hayırsever vatandaşımıza yine mikrofon aracılığıyla iletmek.
Bir mektup, bir öğretmen, onlarca yoksul öğrenci, İstanbul’dan bir hayırsever… Onları aynı yürek atışında buluşturan bir radyo yayını.
Belki de radyoculuk kelimelerle insanları aynı yürek coşkusunda buluşturmaktır.
Ya da sadece seslerle yaşanan bir aşktır.
Nedir aşk? İnsanı diri tutan, sarsan, acıdan hüzne, sevinçten coşkuya kadar birçok duyguya esir eden, insanı bazen delirten bazen de akıllandıran ama nihai olarak bilgeleştiren bir süreçtir. Radyoculuk dediğiniz de nedir ki zaten?
Bütün bu duyguları yaşarsınız, hem de yüzlerce kez yaşarsınız.
Sadece bir fark vardır iki insan arasında yaşanan aşktan. Normal aşkta yâriniz ile göz göze olursunuz, yüzünü görür, huyunu suyunu bilirsiniz sevdiğinizin. Radyoculukta ise bütün bu duyguları size yaşatanların ne yüzlerini görürsünüz, ne isimlerini bilirsiniz ne de huylarını. Ama bilmeseniz de kuralları aynıdır aşk ile radyoculuğun.
Sevgi, hoşgörü, samimiyet, iç görü, dürüstlük, duyarlılık ve fedakârlık. Olmazsa olmazıdır bunlar gerçek radyocunun ve gerçek dinleyicinin. Yoksa nasıl taşır radyoculuk bir aşkın bütün büyüsünü?
Elbette ki sadece duygusallık değildir radyoculuğun temeli. Duygusallık, daha çok keyfiyetten radyo dinleyenler için temel unsurlardan biridir.
Bir de mecburiyetlerin insanı radyo dinleyicisi konumuna getirmesi vardır ki, burada asıl olanlar tamamen başka bir kılığa bürünür. Haber vermek, bilgilendirmek, gelişmeleri anında duyurmak esas olur, ilk plana çıkar.
Kurulu düzende yaşayanlar için belki de çok anlamlı olmayabilir bu söylediklerim, hatta abartılı bile gelebilir, televizyonlar varken radyonun ne önemi var diyebilirsiniz.
Normal bir hayat yaşayan, her akşam evine gidip koltuğuna kurulup televizyon izleme imkânı olanlar için böyle düşünmekten daha doğal bir şey olamaz elbette.
Peki ya kurulu düzende yaşamayanlar? Gemiciler, şoförler, seyahate çıkanlar, Türkçe yayınların ulaşamadığı ülkelerde yaşayanlar? Cezaevindekiler, görme engelliler, işyerindeyken dünyada neler olup bittiğini merak edenler?
İşte bu insanlar için en önemli haber ve bilgi kaynağıdır radyolar.
Radyo nazlanmadan istediğiniz her yere gelen ve sizi hiçbir zaman bir başınıza bırakmayan bir iletişim aracıdır. Evde, arabada, gemide, hapishanede, işyerinde, dağda, bayırda, okyanusun ortasında düğmesine dokunduğunuz anda yanınızdadır. Müziğiyle, haberleriyle, programlarıyla, yarışmalarıyla.
Neşenizde hüznünüzde bir düğme çevrimi ya da tuş basımı kadardır size uzaklığı. Bazen gönüller coşsun diye uzanılır o düğmeye bazen hüzünler dağılsın diye… Bazen de telefona sarılıp bir şarkı istenir radyodan, içteki sıkıntıyı alıp götürecek bir şarkı çalınsın diye, yazımızın başlığındaki sözleri bize söyleyen dinleyicimizin yaptığı gibi.
“Yoldayım, çok doluyum, eve dönüyorum, ne olur bana ağlatacak bir şarkı çalın, ağlayıp, ferahlayıp eve öyle gitmek istiyorum”
O şarkı bulunur ve çalınır, dinleyici kendi yalnızlığında ağlayıp içini boşaltır, siz stüdyonuzda.
Söyledik işte…
Bir büyülü âlemdir radyo; isimlerin, yüzlerin olmadığı.
Şan, şöhret getirmez insana.
Bu dünyada adsız, suretsiz kalmayı göze alanların, tanımadığı insanların hayatlarına sadece kelimelerle dokunabilmenin hazzıyla yetinenlerin işidir radyoculuk.
* “Almancı” kelimesi tarafımdan onaylandığı için değil, o yıllarda kullanılan yaygın bir tabir olduğu için metinde yer almıştır.