Yaşamdan sayılır mı, içinde bahar kokmayan cümlelerin yer aldığı günü geçiren konuşmalar, renksiz “Merhaba”lı selamlaşmalar, donuk bir ‘iyi, sen nasılsın’ diye cevabını bildiğin, karşındakinden kaçarcasına kurulan diyaloglar… Tat ararken tadı kaçanlardan olduysak eğer, bir yerlerde bir yanlışlık aramaktan usanıp razı olduysak eğer, evet bizim de sohbetimize doyulmaz. Fakat ruhu alınmış şehirlerin boş soğuk beton asfaltlarında öylece kalakalmak gibi hayatın içinde devinimsiz bir bulunma halinde, hala istek duyabiliyorsan gökyüzüne dokunmak için, hala umut var; yani can çıkmamış demektir. Sevgiye dair bir hücre kaldıysa eğer yüreğinde; tek hücreli canlılar da var. Oysa her yanda, ‘Can’dan çıkan, kalbi kanserleşmiş ‘insanlar’ da var. Ama sen güzel insan, bir ayçiçeğinin, bir kardelenin yönelişi gibi güneşe dön yüzünü, varlığınla direnerek!
Varlığın direnişi, düşlere giden yoldaki kararlılığın ta kendisidir. Kararların üzerindeki gri bulutlar açılmaya başladığında ruhunun nefes alacağı bir alan açılır ki; gökyüzünün en güzel renklerine dokunurcasına başlarsın soluk almaya… Ve ne güzeldir ki tam da yaşamın içinde, tam da olduğun yerde… Neden mi “varoluş” hoş gelir kulağa ve dile? Çünkü farkındalığın içinde ruhun hareketidir her ne kadar her “an” içinde tam anlamıyla farkında olunmasa da bir amaç, bir mücadele, bir devamlılık, bir dönüşüm içerir, o bir tek kelime. Peki, bu hareket halinin enerji kaynağı; inanç, umut, ibadet dışında daha çok sevinç ve daha fazla enerji yaratan, daha çok kamçılayan mekanizma nedir? Kimileri için uzak durulması gereken, insanı erdemlerden alıkoyacak bir tehdit unsuru olarak görülürken, kimilerinin suyu, güneşi, toprağı kadar zaruri ihtiyaçlarındandır ki çiçek açabilsin, yeşerebilsinler… Coşku, tutku… Evet, ben de tutkusuz yaşayamayanlardanım; tutkusuzluğun yaşlandırdığına ve hatta öldürdüğüne inananlardan… Hadi o zaman ne duruyoruz tutuşmak, tutmak, tutulmak varken bir insana, renge, canlıya, hoş bir davranışa/söze, bakışa, gülümsemeye, yeniliğe, zafere, barışa, adil karara, dosta, çocuğa, yaşlıya, bir müziğe, besteye, müzisyene, çalgıya, notaya, dansa, spora, yemeğe, bir tutam özgürlüğe, çiçeğe, ağaca, dağa, denize, gökyüzüne, yıldıza, bir alkışa, flörte, sohbete, iyiliğe, sadakate, bağlılığa, bir hak edişe, bir sende kalışına, bir çabaya, özveriye, güvene, emeğe, bir kendine, bir de ona, annene, ailene, bir sese, nefese, sevgiye, aşka…
Ünlü Kolombiyalı yazar Gabriel Garcia Marquez’ in lenf bezi kanseri nedeniyle sağlık durumunun kötüleştiği günlerde yakınlarına gönderdiği bir veda mektubunda:
“Tanrım eğer bir kalbim olsaydı, nefretimi buzun üzerine kazır ve güneşin kendisini göstermesini beklerdim. Gökyüzündeki aya, yıldızlar boyunca Van Gogh resimleri çizer, Benedetti şiirleri okur ve Serenatlar söylerdim. Gözyaşlarımla gülleri sular, vücuduma batan dikenlerin acısını hissederek, dudak kırmızısı taç yapraklarından öpmek isterdim. Tanrım bir yudumluk yaşamım daha olsaydı, Gün geçmesin ki, karşılaştığım tüm insanlara onları sevdiğimi söylemeyeyim. Tüm kadın ve erkekleri, en sevdiğim insanlar oldukları konusunda birer birer ikna ederdim. Ve aşk içinde yaşardım. Çünkü insan, aşkı bırakınca yaşlanır.”
YA AŞK?
Aşk bir eksiklik miydi acaba? Yoksa amaçsızlığın ta kendisi mi? Ya da tamamlanması gereken bir basamak… Hangisi aşk? Seni başka ruhlara ve bedenlere sürükleyen şey mi? Ruhuna ikinci bir ruh sığdırma çabası ve boğulmak mıydı aşk? Belki bir zaman kaybı, büyük bir engeldi. Ama ne için zaman kaybı? Yaşamını devam ettirmek için mi? Peki ya aşk, yaşamın ta kendisiyse?
Herseyi yak
Yürekten teşekkürler,
elinize, kaleminize, yüreğinize, emeğinize sağlık.
Lev