ESİR KAMPI

Mammadovlar (3)

Nerhanım hanımın kocası, 1941 doğumlu Memet Batı Azerbaycanın Göyçe ilçesində yaşıyor ve burada altın madeninde çalışıyordu. Memetle Nerhanımın beş oğlu vardı. Çok güzel bir hayatları vardı… malum 1988 olaylarına kadar

Batı Azerbaycanda yaşayan Azerbaycanlıların ata-baba yurtlarını terk etmek zorunda kalması Memedov ailesi için büyük ve hiç bir zaman bitmeyecek bir derdin, çilenin başlangıcıydı.

Göç zamanı ailenin büyük oğlu, 18 yaşlı Server nehre düşüyor. Aile ne kadar çalışsa da onu kurtaramıyor.

Göçünü yarım bırakan Memet oğlunu toprağa verir. Artık gitmek daha zordu. Ne zaman göç etmeğe kalkışsalar Nerhanımı oğlunun mezarı başında buluyorlardı. Oğlunu buralarda bırakıp gitmeği göze alamıyordu Nerhanım.

Ama sonunda diğer dört evladı için yaşamalı olduğunu ve burada kalarak onların da hayatını tehlikeye atdığını anlar.

Memedov ailesi Göyçe’yi terk ediyordu. Arkalarında evlat kadar aziz bir yurt, yurt kadar doğma bir oğul mezarı bırakıp geldiklerini zann ediyorlardı. Aslındaysa hayatlarının bütün güzel günlerini, anılarını da orada bırakıp gitdiklerinden habersizlerdi…

Nerhanım:  Hocalıya yerleştik. Çocukları okula yazdırdık. O zamanlar Hocalıyı büyütüp şehir haline getiriyorlardı. İnşaat işleri çoktu. Memette bir şantiyede işe başladı.

Burada ailenin bir oğlan evladı daha dünyaya gelir. 1989 yılında doğan çocuğa Ruslan adı verilir.

Nerhanım:  Hocalıda durumlar kötüye gitmeğe başlamıştı. Ablukada yaşıyorduk. Eli silah tutabilen her kes geceler postlarda nöbet tutuyordu. Memet ve iki büyük oğlum da Vatanın savunmasına kalkmışlardı.

-O zamanlar kaç yaşındaydılar?

Nerhanım: Kocam o zaman 47 yaşındaydı. Oğullarım Sohbet 17, Mohlet ise 16 yaşlarındaydılar

-Silahları varmıydı?

Nerhanım: Bazı insanlara av tüfekleri verilmişti. O tüfeklerle postlarda duruyorlardı. Evlerinde çok sayda kurşun da vardı. İnsanlar her türlü yolla Hocalıyı düşmandan korumaya çalışıyorlardı. Mürvetin 13, Ahmetin ise 11 yaşları vardı. Ruslanın ise 3 yaşındaydı. Onlar evde benimle kalıyorlardı.

O gün herkes evdeydi. 25 şubatta Ahmetin doğum günüydü. Hocalıda artık bir kaç aydı elektrik yoktu.Eve b ir telefon geldi. Hocalı’ya Hankendi taraftan saldırıya geçildiği haberini duyar duymaz Memet, iki oğlu ve Ahmetin doğum gününe toplaşmış askerler postaneye doğru koştular.

Nerhanım:– Bizim evin çatısı panel olduğu için atışma olduğu zaman komşular bize toplanıyorlardı. Bu akşam da komşum Sara 3 yaşlı kızı Natavanla bize geldi…

25 Şubatı 26 Şubata bağlayan gece. Ahmetin doğum günü şerefine kurulan sofra hâlâ ortalıktaydı.

 Çok geçmeden Sohbet omuzunda ayağından yaralanmış komşuları Vidadi ile içeri girir. Evdeki her kes  onun ayağındakı kanakmayı durdurmaya çalışıyordu. Sohbet ise suskundu.

Memet aniden içeri girer. Sara ile Nerhanim ayağa kalkar. Memetin yüz ifadesi herzamankinden farklıdır. Bu farkı bir tek küçük Ruslan anlamadı. Annesinin kucağından inerek babasına doğru koştu. Babasının arkasından içeriye Mohlet girdi. Sanki bişeyler söyleyecekmiş gibi bir hali vardı, ama susuyordu… Memet, oğulları ve Vidadi çok gerginlerdi. Evdeki kadınları ve çoçukları korkutmamaya çalışıyorlardı. Çünki şimdi verecekleri haberden sonra olabileceğinden korkuyorlardı… Memet sakinliyini bozmadan konuştu:

 -Ermeniler her taraftan Hocalıya doluşmuşlar. Evleri yakıyorlar. Hazır mısınız? Burdan hemen çıkmamız gerek… Orman yolu ile gideceğiz.

 Memedov ailesi artık ikinci kez evlerini terk etmeye, yurt değişmeye hazırlardı. Aniden Azeri, rus ve ermeni dilinde sesler bahçeyi bürüdü:

– Teslim olun! Korkmayın! Öldürmeyeceğiz! Teslim olmazsanız, evi yakacağız!

Artık Ermeni milisler evi kuşatmışlardı 

Memet savaş adamı gibi anında karar vererek evdekilere emretti: 

– Kadınlar, çocuklar duvarın köşesine çekilip saklanın! Kendinizi kurşunlardan korumaya çalışın! Çocuklar siz de silahlarınızı hazırlayın! Ölsek te evimizdə öleceğiz! Ölmek, düşman eline geçmekten daha iyi!

Mürvet hatırlıyor: Babam kapıyı bağladı. Biz köşelere sığındık. Onlarsa diğer odalara geçip dövüşmeye başladılar. Gücümüz beraber olmasa da, son kurşuna kadar dövüşdük…

– Sadece av tüfekleriyle mi?

– Evet, sadece tüfeklerle. Ermenilerse durmadan teslim olmamızı taleb ediyorlardı. Bize dokunmayacaklarını söylüyorlardı. Aniden pencereden içeriye bir el kumbarası atıldı…

El kumbarası üç yaşındaki kızını göğüsüne sıkıb saklanan Saranın bebeği ile birlikte hayatına son koydu. Üç yaşlı Natevan bu dünyada mevcut olan en güzel yerde hayata veda ediyor  – annesinin kucağında…

El kumbarası Nerhanımı sırtından, Mürveti ise ayağından yaralıyor…

 – Kurşunlarımız tükendikten sonraa milis Ermeniler eve girdiler.

– Nasıl girdiler?

– El kumbarası attıktan sonar kapıyı kırıp içeriye girdiler. Evde yaralı, ölü… Herkes bir birine karışmıştı. Yaralanmayanın da üstüne yaralının, ölünün kanı sıçramıştı… Önce, yazda bahçede kullandığımız gaz sobasının hortumunu borudan ayırıp pencereden içeriye sokarak gazı açtılar. Bizim olduğumuz odanın pencerelerinin camları kırılmıştı. Diğer odalardaysa pencereler sağlamdı. Gaz içeriye doldukça her kes boğulmaya başladı ve bizim olduğumuz odaya doğru çekildiler… O an babamın kolundan yaralandığını farkettik…

Ermeniler silahlarını yaralılara, çocuklara doğrultarak ellerini boyunlarının arkasına koyarak yüzüstü yere yatmalarını emrettiler:

– Lanet olası Türkler! Evinizden çıkmak istemiyorsunuz mu? Çıkmayın! Zaten, ev de, toprak da bizimdir! Siz çıkmayın, burda kalın! Şimdi gazı içeriye doldurup kibrit çakacağız! Yakın!

Bu zaman hala güclükle konuşa bilen 3 yaşındaki Ruslan korkarak ellerini yukarıya doğru kaldırır:

– Amca, beni de öldürecek misiniz…? Nolur, kurban olayım, öldürmeyin beni… Ben ölmek istemiyorum…

Tüm aile çaresizce ölümün gözüne baktığı halde Nerhanım başındakı yaylığı açarak, “Yakın” emrini veren ermeniye doğru atar: “Çoçuklarıma dokunmayın…”

Kadın esir alınmaya hazırdı, ama bir daha evlat acısı yaşamaya gücü yoktu… 

– Tabii ki, ne küçük kardeşim Ruslan’ın sözleri, ne de annemin yaptığı bu hareket ermeninin umurunda değildi. Ancak onlar taraftan dövüşen, Rusyanın 366-cı Motorize Piyade Alayının kaptanı öne çıkıp silahını çekerek Ermenilere  silahlarını indirmeyi emretti. Rusca söyledi: “Faşistler bile insanlarla böyle amansız davranmamıştı. Bu bebeğin günahı ne? Onları öldürmeyin!” Sonra üzünü bize dönerek: “Anne, Baba, benim de ailem var! Askerim. Asrek emre tabi olan adamdır! Ben kan dökmek istemem, ama buna mecburum, bana bu emredildi. Eğer bunu yapmazsam o zaman da benim annem gözüyaşlı kalacak. Ben azerbaycanlıları çok iyi tanıyorum. Hakikaten burada günahsız çocukların ölmesini istemem!” O anda  Ruslarla Ermeniler arasında tartışma çıktı. Ermenilər itiraz etmeğe başladılar. Hatta bir-birlerine silah bile çektiler. Rus kaptanı yine de evi yakmalarına, bizi öldürmelerine izin vermedi. Ermeniler ne kadar altınımız, paramız varsa hepsini elimizden aldılar. Sonra bizi tekmeliyerek evimizden bir az aralıda duran ambulansa bindirerek  Eskeran bölgesinin milis** şubesine getirdiler.

– Yaralılar ambulansa kadar kendileri gide bildiler mi?

– Kardeşlerim yardım ediyorlardı. Sohbet Vidadiyi, Mohlet ise beni götürüyorduı. İkimiz de ayağımızdan yaralıydık. Annemin yarası sırtındandı, ağır değildi, yürüyübiliyordu. Babam da kolundan yaralıydı. Ahmetle Ruslansa yaralı değildi.

– Sara’yla kızının ölüsü evde mi kaldı?

-Hayır. Bizi evden çıkarırken Sarayla kızının ölüsünü de ayağından sürüyerek merdivenlerden aşağıya attılar. Sara halanın ağzı açıktı, altın dişleri olduğu görülüyordu. Bunun dişlerini sökeriz dediler…

– Evinizden esir alınarak Hocalıyı terk ettikde yolda neleri gördünüz? Şehrin içi nasıldı?

– Evet, biz diğerleri gibi ormanda esir alınmadık. Bizi evde yakaladılar. Otomobille giderken, yolda her tarafta ölüleri, yanan evleri görüyorduk…

– Ölü çokmuyudu?

– Elbette, çoktu. Yakından yüzlerini göremiyorduk. Kim oldukları malum değildi. Ama çoktu…

Yaklaşık sabah saat 5-6 sularında Memedov ve ailesi esir kampına – Eskeran Bölgesi Milis Şubesine getirilirler.

– Nerhanım hala, orada çok adam varmıydı?

– 4-5 adam vardı. Sabah saat 8-9 sularındaysa artık saklama kamaraları(hapishane) insanlarla doluydu. Herkesi ormanda yakalayıp getirmişlerdi. Allahım, ne kadar insan vardı. Yaralı, donmuş adamları toplayıp getirmişlerdi. Dar, rutubetli, karanlık kameralar. Bir taraftan da durmadan insanları topluyorlardı içeriye… Herkes feryat ediyor, ağlıyordu… Bizim kamarada çoğunlukla yaralılar vardı. Kimi canına ağlıyordu, kimisi haline…

– Esirlerin içinde tanıdığınız adamlar var mıydı?

– Azdı. Biz Hocalıda yabancı olduğumuzdan çok az adam tanıyorduk. Yüzünden tanıdık gelenler vardı ama isimlerini, kim olduklarını bilmiyorduk.

– Sizin aileniz aynı kamarada mıydı?

– Önce aynı kamaradaydık. Yaklaşık iki-üç saat birlikte olduk. Sabah olduğunda oralar ormanlardan yakalanarak getirilen esirlerle doldu. Sonra başladılar insanları ayırmaya.

– Nasıl ayırıyorlardı?

– Genç kadınları bir tarafa, yaşlı, ölümcül halde olanlarıi bir tarafa, eli silah tutabilen erkekleri bir tarafa…

Nerhanım hala devam edemiyor. Elleri, dudakları titriyor, gözlerinden yaş akıyor… Büyük oğlu Mürvet devam ediyor:

– Babamı ve iki büyük kardeşimi bizden ayırdılar…

– İki kardeşiniz babanızla, siz üçünüzse annenizle mi kaldınız?

– Evet. Ben, kardeşlerim Ahmet ve Ruslan annemle kadınların olduğu kamerada kaldık…

– Və kapıyı kapatıp gittilermi?

– Hayır kapılar açıktı. Bazı kapıların demir parmaklıklarını bağlamışlardı. Ama bizim kamerada hepsi yaralı kadınlar ve çoçuklar olduğu için kapı açıktı. Zaten oradan kaçmak mümkün değildi… Koridor Ermeni kaynıyordu…

Ve işkenceler başlıyor:

Mürvet hatırlıyor: Otomatik silahlarla duvarlara ateş ediyorlardı, oradan kopan kıvılcımlar, odlu tozlar üstümüze dökülüyor, etimizi yakıyordu. Biz yanan bedenimizi, yüzümüzü tutup bağırıyor, onlarsa bundan zevk alarak gülüyorlardı.

Ahmet hatırlıyor: Geçici olarak tutulduğumuz kamaralardaydık. Ermeniler toplu şekilde içeriye girip sigara içiyor, dumanını içeriye doğru üfürüyorlardı, o dumanda bizi kötü etkiliyordu. Onlarsa kahkaha çekip gülüyorlardı.

Nerhanım hala Ruslana, Ahmete ve yaralı Mürvete sarılarak bir köşeye çekilmişti. Gözleriyse bir kaç saat önce ayrıldığı kocası ile oğullarını görebilmek ümidi ile kapıya dikilmişti… Kamaralardan küfürlerle beraber haykırış ve ateş sesleri etrafa yayılıyordu.

Ruslan çok küçük, Mürvetin yarası ağırdı, kalkamıyordu. Ahmet ise etrafı saran korkunç seslerin içinde babasını, kardeşlerini aramak, gözyaşları dinmeyen annesine bir güzel haber getirebilmek arzusu içindeydi. Artık büyümüştü, bir kaç saat önce 12 yaşına basmıştı. Demek ki, ailesi zora düşerse, o da büyük oğul gibi annesini kolluyabilir.. Şimdi bunu ıspatlamanın tam zamanıydı… O bu düşünceler içinde kamaradan koridora çıkıyor…

– Koridorda dolaşıyordum. Kapılardaki demir parmaklıklardan bir-bir içeriye bakıp babamı ve kardeşlerimi arıyordum. Anneme onların iyi oldukları haberini getirmek istiyordum. Çocuktum, merakımı gizleyemiyordum, her yere bakınıyordum, her şeyi görmek istiyordum. Ama, aslında tek isteğim babamları bulmaktı. Bunu nasıl yapmam gerektiğini ise bilmiyordum…

– Ahmet, Ermeniler koridorda dolaşmana bir şey demiyorlarmıydı?

– Hayir, bana dokunmuyorlardı. Ben de risk alıyordum, babam ve kardeşlerimin nerede olduğunu bulmaya çalışıyordum.

– Bula bildiniz mi?

– Buldum… Gördüm… (Masanın üzerine koyduğu sağ elini sol eli ile gizlemeye çalışıyor) Babama son kez ellerimle sigara da verdim…

– Babanızla o günki görüşmeniz nasıl oldu, anlatırmısınız?

– Ben oraya-buraya bakınırken birden babamın sesini duydum. Parmaklıkların arasından uzanıp ellerimi tuttu. Annemleri sordu, iyi olduklarını, annemi yarasının ağır olmadığını söyledim. Babam da iyi olduğunu, her şeyin düzeleceğini, bizi,  rehin alınmış Ermeni askerlerle değişeceklerini söyledi. Sonar bana evden çıkarken omzuma atdığı ceketini sordu. Annemlerin yanında olduğu söyledim. Ceketin cebinde olan sigarayı getirmemi istedi

Ahmet  mühim bir görev almışcasına kamaraya doğru kaçar. Annesine müjdeyi verip, kanlar içinde yatan Mürvet’in üzerindeki ceketin cebinden sigarayı alarak tekrar babasının olduğu kamaranın karşısına gelir.

Ahmet: – Getirip verdim…

– Kardeşlerinizi görmediniz mi?

– Gördüm…

– Onlar nasıldılar?

– Babam, kardeşlerim parmaklıkların o tarafında bense bu tarafında durmuştuk. Iyice baktım, kardeşlerim yaralı değillerdi, ancak dövülmüşlerdi. Yüzlerinden bunu anlamak zor değildi…Hepsi dövülmüşlerdi…Yüzleri kanlar içindeydi…

– Babanızı gördüğünüzü annesinize nasıl söylediniz?

– Babam kendisi yüksek sesle anneme sesleni, sesini duyup sakinleşsin diye.

– Ne söyledi?

– O sesi kulaklarımdan gitmiyor. “sakin ol…ağlama yeter”. Bende anneme babamı, kardeşlerimi gördüğümü, iyi olduklarını söyledim… Dövüldüklerini söylemedim… Babamı gördüğümde hala elim sağ-salimdi. Sigarayı verip geri döndüğümde Ermeniler beni çağırdılar.

– Babanızla konuştuğunuzu mu görmüşlerdi?

– Evet gördüler. Çağırdılar, gel. Gittim. Korkuyordum. Ermeni bişeyler söyledi ama anlayamadım. Bir kez de bağırarak sordu. Daha çok korkmaya başladım.

– Hangi dilde konuşuyordu?

– Ermenice. Rusça ya da azerice sorsaydı anlardım. Bişey sordu, bende korkumdan “evet” dedim, benimle uğraşmasın diye. Sonradan anladımki, “sana silah verirsek bize ateş eder misin?” diye soruyormuş? Benim de “evet” cevabı vermeme sinirlenmiş… Bana avucunu aç diye emretti… Açtım… Ve… Avucuma bir el ateş ederek, “Artık sen bu elinle ömür boyu değil bize değil ateş etmek, silah bile tutamazsın” dedi…

Küçük Ahmet ağlayarak kamaranın kapısında göründüğünde bir az önce babası için sigara götüren küçük elleri kanlar içindeydi. Sağ eli yaralanmış, sol eli ile sağı tutup ağlıyordu. Kan ise durmadan akıyordu… Bu demektir ki, masum bir çocuğun avucuna göz kırpmadan ateş eden varlıklar daha insanlığa malum olmayan çox şey yapa bilir…

– Elim yaralandıktan sonar kamaradan dışarıya çıkmadım… Elimin ağrısına, qan akmasına dayanamıyor, ağlıyordum. Bu zaman bir Ermeni içeriye girip beni çağırdı. Dedi, eline doktor muayene edecek. Beni götürdüler…

– Yalnız mı?

– Evet, yalnız… Bir odaya getirdiler beni. Odaya girdiğimde milisler yüz-yüze oturmuş çay içiyor, konuşup gülüyorlardı. Sağa-sola bakınarak doktor arıyordum odada. Burada bir doktor olmadığını ise biraz sonra anladım. Bir Ermeni beni sesledi: -Hey Türk!  Elin ağrıyor mu?- diye. Sustum. Ağrımıyor mu? Yine sustum. Seni buraya elini tedavi etmek için getirdik. Gel, elini masanın üzerine koy, ilaç süreceğiz.

Korkudan sesini çıkaramayan Ahmet ayağını zorla sürüyerek, titreye-titreye masaya yaklaşıyor.

– Koy elini buraya!

Ahmet yaralı elini sağlam elinin yardımıyla masanın üzerine koyar. Küçük kalbi çırpınarak yerinden çıkmak üzere olsa da, masum çocuğun içinde hala, ona bir doktorun yardım edeceği ümidi vardı. Ama bu zaman arkadan ona yaklaşan Ermeni’yi görmüyordu. O Ermeni çıtırtıyla yanan sobanın üzerinden aldığı çaydanlığı sanki çay süzmeye hazırlanıyormuş gibi yukarıya kaldırdı. Ahmetse bakışlarıyla yaralı elini koyduğu masanın üzerinde boş, çay süzülece bardak arıyordu ki, işte o an 11 yaşına yenice basmış çocuğun bağırtısı bir anın içində Eskeran milis şubesini sardı.

Oğlanın bu feryadından hazz alan “çaycı” ise, çocuğun açık yarasına sıcak çayı süzmekte devam ediyordu. Ahmet’in ayakları sanki yere çivilenmişti. Ağrının yaratdığı şokdan yerinden kıpırdayamıyor, elini masanın üzerinden çekemiyordu. Bütün bunlar ise düşmanın dilinde 11 yaşlı oğlanın elini kurşunladıktan sonra ona gösterdikleri “ilk tıbbi muameleydi”(!)

Bu kamarada bir çok insan yaralıydı. Herkesin yarası kanıyor, kimseye yardım edilmiyordu. Ahmet’e gösterilen  “yardım”dan sonra zaten kimse yardım istemiyor, sakince ölümünü bekliyordu.  Nerhanım elinde kalan üç küçük çocuğu ile birlikte kamaranın bir köşesine çekilmişti. Bir taraftan Mürvet ayağının kanamasına, ağrısına dayanamıyor, diğer taraftan Ahmet elinin yarasına ve yanığına dayanamıyor, ağlayordu. Bütün bu yaşananlardan şoka giren küçük Ruslan’sa durmadan çığlıklar atıyordu… Nerhanım, bir eli ile çocuklarının ağzını, diğer eliyle ise gözlerini kapamaya çalışıyordu… Anne, kendi yarasını unutmuştu…

– Niye çocuklarınızın gözlerini kapamaya çalışıyordunuz? Neler oluyordu kamarada?

– Kızım, insanlığa sığmayan öyle olaylar oluroyduki çocukların bunlara şahit olmasını istemiyordum. Anlatılır gibi değil…

– Amma sizin iki eliniz üç oğlunuzun hem gözünü, hem kulaklarını kapamaya yetmiyordu. Her halde onlar bişeyler görmüşler ve atırlıyorlardır…

Mürvet: Ermeniler içeriye girip göz atıyor, nerde hoşlarına giden genç kız, kadın varsa alıp götürüyorlardı…

– Geri getiriyorlar mıydı?

– Biz götürülen kadınların içinden geri getirilenini hiç görmedik… Bir kadın vardı… Yaşlı kadındı, 15-16 yaşlarında da bir kızı vardı… Yaşlı kadınların belinə bağladığı büyük yün şallar olurya, görmüşsünüzdür. öyle böyük yün şalı vardı. Onu açıp, kızının bedenine sarmıştı. Kızını Ermeni milislerden saklamaya çalışıyordu…

– Saklayabildi mi?

– Elbette hayır… Genç bir kızı annenin bedenine sıkarak gizlemek nasıl mümkün ola bilirki?!… Ermeniler bunu görür görmez bıçakla kadının beline sardığı şalı keserek kızı yerde sürüyerek götürdüler.

Ahmet: O kızın annesinden ayrılarak götürülmesini bende hatırlıyorum. Annem başımızı kendine taraf çekerek o sahneleri görmemizi engellemeye çalışıyordu ama biz yine de görüyorduk bazı şeyleri.

– Neleri görüyordunuz?

– Misal, süngü bıçağıyla kadının bedenindeki şalın kesilmesini, kızı oradan çıkarıp sürüyerek götürmelerini… Annesinin kızı götüren ermeniden tutarak onu bırakmamasını… Ermeninin geri dönerek süngü bıçağının arkasıyla kadının suratına darbe indirmesini… Kadının yere yığılarak yüzünün kanlar içinde olduğunu…

Mürvet: Kadının gözünün çıkıp çıkmadığını tam anlayamadık ama suratı tanınmaz haldeydi, yüzünün hiç bir çizgisi bilinmiyordu…

Ahmet: Orada bir kadın da vardı… Gürcistandan gelmişlerdi, Alihan amcayla hanımı Fatma teyze…

Nerhanım: (Ellerini dizine, göğüsüne vurmaya başlıyor) Ah, bahtıkara Fatma. Çok güzel bir kadındı. Gençti, 38 yaşlarında olduğunu tahmin ediyorum. Nasılda çaresizdi… Kadınların birinin belindeki büyük yün şalı açarak o kirli, kanla çamurun bir-birine karıştığı nemli yere uzandı ve o şalı üzerine çekti… Çocuklara da yalvararak söyledi ki, gelin üzerime oturun, şal salıp üzerine oturduğunuzu zann etsinler. Bişey olmaz, bırakın beni kalbim dursun, havasızlıktan öleyim ama ellerine geçmeyim…

Mürvet: Ama onu da buldular…

Nerhanım: Kahrolasıcalar, çocukların altında bir kadın olduğunu anlar-anlamaz onu oradan çekip götürdüler…

Ahmet: Fatma teyze gitmek istemiyordu, zorla sürüyerek götürdüler…

Nerhanım: Fatma bağırarak yalvarıyordu, öldürün ama götürmeyin beni… O giden, sonra bir daha haber alamadık ondan. Bu güne kadar da malum değil başına ne geldiyi. İki küçük evladı kaldı…

– Çocukları neredeydi?

Nerhanım: Bizim yanımızda değillerdi, ama sonradan Alihanla Fatmayı evden aldıkları zaman çocukları da başka bir tarafa götürdüklerini duyduk. Oğlanlarının birinin 11, diğerinin 8 yaşı vardı. Beş gün ermeni köyünde rehin kalmışlar. Onlari da bizim gibi ailece esir aldıklarını öğrendik… Sonra Alihan beyin kafasının kesildiğini haber aldık.

– Haberi kim getirdi?

Nerhanım: Yanımızdaki insanlar… Kameradan birilerini götürüp sonra geri getirdikleri zaman onlar dışarıdan içeriye haberler getiriyorlardı, gördüklerini, duyduklarını bize de söylüyorlardı…

Bir keresinde bizim kameramızı deyişdikleri zaman milis şubesinin önündeki futbol sahasında ortalıkta kesilmiş bir kafa gördük. Top gibi o tarafa bu tarafa tekmeliyorlardı. Yüzü tanıdık değildi. Biz 4 yıldır orada yaşadığımız için her kesi tanımıyorduk. Ama yerli insanlar onun , ahıska türkü Ahmetin kafası olduğunu söylediler. Bunu kendimiz gördük ama genelde haberleri işkence için götürülüp geri getirilen insanlardan alıyorduk…

Bizi korkutmak için her şey yapıyorlardı. Bir bakıyordun sevinçli bir şekilde içeriye giriyorlardı, “Bugün Ağdamı da aldık!”, öbürü diyordu “Artık Berdeyi alıyoruz!”. Böyle sözlerle bizi korkutmak istiyorlarki, belki kimse kaçmak ister diye…

Ermenilerin Azerbaycan topraklarını böyle bir-birinin ardından işgal ettiklerini düşünen yaralı, çarezis insanlar hayattan tüm ümitlerini yüzmüş, ölümlerini bekliyorlardı. Zaten her kesin yarası öyle derindiki, kimsenin yaşamak ümidi yoktu. Onları bu anda sevindire bilecek tek şey ölümün çabucak gelmesi, bu ağrıların, azapların son bulması olurdu…

Bu ümitsiz, ölümü bekleyen insanlara insanlık dışı işkenceler veren ermeniler bununla da yetinmiyor, bu güne kadar korkup, dikkat ettikleri hocalılıların akrabalarını arıyorlardı.

Kameraları tek-tek dolaşarak soruyorlardı:

– Elman Memedovla konuştuk! Sadece kendi akrabalarının serbest bırakılması için anlaştık! Onun akrabalarından kimler varsa gelsin!

Hocali valisi Elman Memedov aylardı ablukaya alınmış şehre hiç bir yerden yardım gelmediğini görüp tüm gücünü seferber etmişti. Diğer bölgelerin valileriyle görüşüyor, onlardan askeri mühimmat alıp getiriyordu. Bunlar av tüfekleri, kurşun, barut ve el yapımı ilkel silahlar olsa da onları 29 posta dağıtarak şehrin savunmasını yapıyordu. Teğmen Agil Kulievin  yönetimi ile Baküden gönüllü olarak gelmiş 21 gençten başka Hocalının savunmasında sadece yerli ahali dayanmıştı. Gönüllüler Hocalıya 23-24 aralık 1991-de  gelmiş, ocak ayında bir takım sebeplerden dolayı onların beşi geri dönmüş, 16-sı ise sona kadar  hocalılarla birlikte işgalcilere karşı ermeni ve rus askerleriyle dövüşmüş, 12 dövüşcü şehit olmuştu. Onlardan dördü ise hala hayatta.

Bütün bunlardan habersiz olan hocalılar Elman Memedovun esirlerin takas edilmesi için ermenilerle konuşmaya başladığını düşünür ama bu anlarda onun hala ormanda  olduğundan habersizlerdi… onun akrabalarıysa ermenilerin getirdiği bu “müjdeli haberden” sevinip  ayağa kalkıyorlardı…

– Elif Hacievin akrabaları gelsin, onları takas ediyoruz!

Hocalı Hava alanının reisi Elif Hacievin sayesinde bu hava alanı ermeni milliyetçilerinin kontrolünden tamamen çıkmıştı. Bu, ermeniler için ağır bir darbeydi. Bundan başka, şahitlerin de ifadelerine göre ermenice serbest konuşan Elif, köyden ermenice konuşa bilen çocukları toplar, ermeni köylerine istihbarata giderdi.

O gece rehin alınan yüzlerle insanın arasında Elif Hacievin kardeşi Süleyman ve babası Letif beyde vardı. Ermeniler 43 yaşlı Süleymanı öldürüceklerdi. Babası Letif bey ise aklasığmaz işkenelere maruz kaldıktan sonra takas edilicekti. Amma Eskeran milis şubesinde ölümünü bekleyen hocalılar bundan habersizlerdi. Onlar kahramanları Elifin gece saatlerinde Hocalı işgal edildikten sonra sabah saat 8-9 sularına kadar  çok sayda insanı orman yolu ile Ağdam istikametine götürdüyünden ve daha sonra yeniden geri dönerek işgalci rus ve ermeni askerleriyle dövüştüğünden ve  otomatik tüfeğin tarağını deyiştirirken vurulduğundan habersizlerdi

Elifin hala sağ olduğunu, onların serbest bırakılması için düşmanla iletişime geçtiğini düşünen akrabaları ayağa kalktılar…

Nerhanım: Elman beyle Elifin akrabalarını o yolla bulup götürdüler… Allahım, onları ne hala koyup geri getirdiler… Onlara nasıl işkenceler vermişlerdi…

Sonra içeriye girerek “kim takas edilmek istiyorsa gelsin” diye seslenmeye başladılar. Ayağa kalkanı alıp götürüyorlardı…

Az sonra onları öyle bir halde geri getiriyorlardıki, kimse bir daha bizi değiştirin söylemesin diye…

Mürvet: Kiminin dişlerini çekip getiriyorlardı… kiminin kolunu-bacağını kapı arasında koyarak kırıyor, döverek getirip ölü gibi kameraya atıyorlardı… sağlam bir kişi bile göremezdin. Bir taraftan korkunç sesler, diğer taraftan korkunç koku. Yaralıların kanları bir birine karışmıştı…

Ahmet: Kiminin ağzını çekip yırtıyorlardı… Takas etmek adına götürdükleri her kesi ağzı-burnu kanlar içinde, kemikleri kırılmış halde getirip kameraya atıyorlardı… Erkekler bağırıyor. Kadınlar çığlık atıyordu… Normal insane bir kaç saatte delirirdi orada.

– Sizin olduğunuz kamerada kaç kişi vardı?

Mürvet: Kadın, yaşlı ve çocukların olduğu yaklaşık 40-50 adam vardı. Hepsi hayattan ümidini kesmiş yaralılar. Eli silah tutabilen herkesi ayırarak başka kameralara doldurmuşlardı. Ölümcül halde olanları ise bir yere toplamışlardı.

– Sizinle aynı kamerada olanlardan tanıdık olanları varmıydı?

Ahmet: Evet. Yaralandığı zaman bizim evimize getirilen komşumuz Vidadinin karısı ve çocukları da yanımızdaydılar. Yalnış hatırlamıyorsan karısının ismi Rehileydi. Çocukları ise küçüklerdi,  5-6 yaşlarındaydılar.

Mürvet: Bizim evde kızı ile birlikte ölen Sara teyzenin büyük oğlu da yanımızdaydı. Onunla birlikte azad edildik.

– O da mı yaralıydı?

– Hayır, o yaralı değildi.

– Ya babası neredeydi?

– Sara teyzenin kocası miliste çalışıyordu. O ermenilere karşı dövüşüyordu, esir alınmamıştı.

Ahmet: Tam 3 gün o ortamda kaldık. Aç-susuz, doktorsuz… Kendileri yemek yiyor, tabaklarda kalan kuru ekmek kırıntılarını köpeğe yemek atar gibi kapıdan içeriye atıyorlardı. Ama kimse hiç bir şey yemiyordu. Her kes kendi canının derdindeydi.

Mürvet: O kokunun içinde zaten kimse yemek düşünmüyordu bile. O kurşundan yanan etin, akan kanın kokusu… dünyada bundan daha kötü bir koku düşünemiyorum

Ahmet: O koku bugüne kadar burnumda…

Esirliyin üçüncü günü sabaha doğru kapı açıldı. Bir ermeni içeriye girerek emretti:

– Ayağa kalkın, sizi takas etmeye götürüyoruz!

Kimse ayağa kalkmadı. Her kes buz bağlamış gibi yerine yapışıp kalmıştı.

– Size söylüyorum?! Kalkın ayağa! İyilikten anlamayan lanet olası türkler!

“Takas edilmeye” götürülenlerin kameraya ne halde geri döndüyünü her kes gördüyü için korkudan kimse kımıldamıyordu. Bunu gören ermeniler kameraya dalarak yaralı esirleri tekmeleyerek kameradan çıkardılar.

Duvarları kan rengkli koridorlara atılan esirler tekmelenmemek için ayağa kalkarak onların söylediği yöne doğru gitmeye başladılar.

Esirlerin bir kısmını kapının karşısında duran “İkarus” marka otobüse topladılar. Yürümeye takati kalmayan yaralıların  bir-birine tutunarak yürümelerine aldırmayan ermeniler  yine de her kesi itiyor, vuruyor, tekmeliyorlardı.

Aç çocuklar başlarını, bedenlerini düşman tekmesinden gizlemek için annelerine sığınıyorlardı… ama hem de ölüme gittiklerini anlıyorlardı.

Annesi kameradan götürülerek geri getirilmeyen bebekler  ölüme giderken bile aldıkları tekme ve yumruklardan saklanmaya bir kucak, tutmaya bir el bulamıyorlardı. Hayatın yetim bıraktığı çocuklar ermeni tekmelerinin altında top gibi otobüse atılıyorlardı…

Yüzlerini yırtıp, saçlarını yolan, ağıt deyip, bağırmaktan sesleri batan kadınlar, cehennemi gözü ile gören bebekler tir-tir titriyorlardı.

Her kesin gözü dönüp geriye, milis şübesinin karşısındaki sahada atılıp kalan ahıska türkü Ahmetin kafasına dikilmişti…

Her kes kendi akibetini belirlemişti. Bir kaç gün önceye kadar  kadınların kocalarının omuzuna, bebeklerin annelerinin göğüsüne dayadığı kafaları bir kaç saat, belki de bir kaç dakika sonra yırtıcı ermenilerin ayakları altında top gibi diyirlenicekti…

Ahmetin kafası tamamen gözden kaybolduğunda, elinde kürük, yaba, çekiç ve diğer buna benzer aletler olan azgınlaşmış ermeni ahali otobüse saldırdı. Ellerindeki taşlarla otobüsü taşlıyor, pencereleri kırıp taşla esirlerin gözlerini, kafalarını yarıyor, bağırarak onları talep ediyorlardı:

– Bize verin bu lanete gelesi türkleri! Kendi ellerimizle öldüreceğiz! Onların kanını içsek bile yüreğimiz  soğumaz! Kadınlı, çocuklu hepsini bize verin! Biz onlara göstereceğiz büyük ermeni halkının türke olan nefretini…

Ölüm otobüsünün yolcuları aşağıya doğru eyilerek başlarını, gözlerini otobüsün camlarını kırarak içeriye düşen taşlardan korumaya çalışıyorlardı. “İkarus” ise öfkeli ermeni halkının karşısında durmadan irelliyordu. Sonunda otobüs öfkeli insan  selini yarıp geçmeyi başardı ve gittikçe uzaklaştı…

İçerisini yenice kan kokusu sarmış 80 kişiyle dolu olan, camları kırık otobüs Eskerandan uzaklaşarak Ağdama doğru giden yolla irelliyordu. Esirler yenice işgal edildiyini zann ettikleri Ağdamda  öldürüleceklerini sanıyorlardıki…

“İkarus” Ağdamın “Karağacı” mezarlığında durdu. Bir-birine çırpılan insanlar korku içinde otobüsün camsız pencerelerinden başlarını uzatarak bakmaya başladılar. Yaklaşık 25-30 metre aralıda bir kaç kişi durmuştu. İçlerinden biri çok tanıdık geliyordu. Mürvet ayağının yarasını unutup, sevinmeye başladı:

– Anne, Allahverdi bu yaa… Babamlarla postanın karşısında televizyon izlerken görmüştüm onu. Allahverdi Bağırov, tabur rehberidir. Anne, yalan söylemişler, Ağdamı işgal etmemişler. Anne, gerçekten de bizi takas etmeye getirmişler…

Gözlerini otobüsden inip karşıda dayanan insanlara yaklaşarak bişeyler konuşan ermenilerden ayırmayan esirler, çocuğun verdiyi bu haberden sonra rahatladılar. Bu dar ağacından asılan insanın son anda beraat etmesine benziyordu.

Nerhanım Mürvet, Ahmet ve Ruslan için seviniyordu. Ama kocası Memet ve iki böyük oğlu Sohbet ve Mohlet için sevinemiyordu… onlar birlikte dönmeliydiler çünkü…

Emr edildi, esirler  sırayla, yıkıla-dura otobüsden inip, karşı tarafa doğru yürümeye başladılar. Otobüsden inen her kesin üstü-başı kanlar içindeydi. Kimisi kendi kanına, kimisi yanındaki yaralının kanına bulaşmıştı, kimisi de yolda “taş ateşinde” yaralanmıştı.

Ağdama doğru yola koyulmuşlardı. Nerhanımın ise ayakları Ağdama doğru sürünüyor, boynu ise geriye, Eskerana boylanarak, yılan gibi kıvrılıp giden yollarda Memeti, Sohbeti, Mohleti arıyordu…

O dört yıl once de ata-baba yurdu Göyçeyi böyle terk etmişti…

Ahmet: Rahmetli Allahverdi Bağırovu görünce her kes sevinmeğe başladı. Otobüsteki 80 yaralını ermeniler tarafta dövüşen bir kara derilinin naşı ile takas ediyorlardı.  Bizimkiler KAMAZ marka yük aracının arkasında zenci ölüsü getirmişlerdi. 80 kişiyi paralı asker gibi ermeniler taraftan dövüşen zencinin ölüsüyle takas ediyorlardı. Kendi aralarında anlaşmışlardı ki, zencinin ölüsünü geri verin. Karşılığında 80 kişi yaralıyı devredelim. Ermeniler bizi yararsız gördükleri için “zaten ölüyorlar, gidip orada ölsünler” diyerek geri verdiler.

– O seksen kişinin hepsi Hocalıda yaşayanlarmıydı?

– Bizi kameradan döve-döve kovup “İkarus”a doldurdular. Hepimiz Hocalıdandık. Otobüste çoğunlukla yaşlılar, çocuklarlar, ağır yaralılardı. Ama onların çoğu Hocalıdan önce Karadağlı köyünün işgali zamanı rehin alınan yaşlı kadınlardı. Hocalıdan neredeyse 15-20 aile vardı…

– Her kes yaralıydı, o kadar yolu nasıl geldiniz?

Mürvet: Durumum çok ağırdı, yürüyemiyordum. Otobüse kadar beni ermeniler sürüklemişti. Takas zamanıysa askerlerimiz gelip bizi bir-bir ağlaya-ağlaya kucaklayarak alıp götürüyorlardı

Neredeyse çoğu ağır yaralı olan, 3 gündür  hiç bir muammele görmeyen insanların hepsi Ağdam Şehir Hastanesine getirildiler.

Doktorlar hastaları muayene ederek,hayati tehlikesi olmayan yaraları temizleyip sarıyor, daha ağır olanlarıysa ameliyata alıyorlardı. Memedovlar ailesinden önce  Mürveti ameliyat odasına götürdüler. Nerhanım iki evladını, yaralı Ahmetle her tarafa şaşkın-şaşkın bakan 3 yaşlı Ruslanı kucaklayıp bir köşeye çekilmiş, bildiyi bütün duaları okumaya başlamıştı…

Mürvetin ameliyata alınmasından bir kaç dakika sonra, ermeniler Ağdamı roket ateşine tutmaya başladılar. Bir az önce devrettikleri 80 yaralının durumunun ağır olduğunu, doğrudan hastaneye götürüleceklerini iyi bilen düşman  Ağdam şehir Hastanesini nişan almıştı. Roket hastanenin bahçesine düşmüştü. Savaş kurallarına uygun olarak yaralı da, sağlam da başını alıp kaçıyor,  canını kurtarmak için üstü beton olan yer arıyordu.

Nerhanım kendisi de bilmeden, onu iki çocuğu ile kimse süratle getirip hastanenin bahçesine çıkardı. Bombalar yağmur gibi yağıyordu. Nerhanım iki evladını bir yapının köşesine, üstü betonla kaplı bir yere çekip, Ruslanın küçük ellerini Ahmetin sağ kalan sol eline verdi:

– Ahmet, kardeşin sana emanet!

– Anne, nereye gidiyorsun?

– Mürvet orada kaldı…

Nerhanım günlerin açlığını,bedeninin yaralarını unutarak iki evladını tanımadığı bir yerde saklayarak kendini her kesin koşarak boşalttığı hastaneye attı:

– Her kes hastaneden bahçeye, bense bahçeden hastaneye koşup Mürveti arıyordum.

Hastanenin pencereleri bombartmandan titriyor, camlar kırılarak yere dökülüyordu.Eski hastane binasının her yanından toz, taş yağıyor, bina uçulup dökülüyordu. Nerhanım ameliyat odasının nerede olduğunu bilmeden koridorlarda koşarak, “Mürvet! Mürvet!” diye bağırıyordu…

Mürvet bir duvarın köşesine çekilerek ağlıyor, sesi çıkabildiği kadar bağırarak burada olduğunu haber vermeye çalışıyordu: “Anne! Anne!”

Onlar bir-birlerini seslerinden bulup, bir şekilde çıkış kapısına doğru koştular. Semtini tanımadıkları hastanenin çıkış kapısını bulmak o kadar da kolay olmadı…

– Zavallı çocuk yürüyemiyordu. Benimde yaram sırtımdan olduğu için onu sırtıma alamıyordum. Anne-evlat bir-birimize sarılarak bir şekilde oradan kaçarak kurulmayı başardık. Mürveti de Ahmetle Ruslanı sakladığım yere getirdim. Ermenilerse hala ateş ediyorlardı. Gökten yağmur gibi bomba yağıyor, bense tayuk yavrularını kanatları altına alıp oturduğu gibi oturmuştum…

Lanet olası savaş başladığı andan benden birşeyler alıyordu. İlk göçümüzde gözümün ilkini, Serverimi yitirdim, şimdiyse 17-18 yaşlarında iki evladımdan haberim yok. Elimde kalan bu üç çocuktu. Onların da ikisi ağır yaralı… Kendi yaralarımı, ağrılarımı hiss etmiyordum. Ahmet elini tutup ağlıyordu. Onun elini yabancı biri gördüğünde deliriyordu, o ola ki, anne… Mürvetin de ayağı yaralıydı, çox ağrıyordu…

Ahmet hatırlıyor: Annem ansızın Ruslanın elini elime verip gittiğinde çok korkmuştum. Çoçuk olsam bile artık şimdi olayların cereyan etmesinden anlıyordumki, her an Ruslanla ikimiz ömrümüzün sonuna kadar yalnız kala biliriz. Dayanmadan içimden söylüyordum, “Allahım, ne olur, sağ-salim dönsünler, ne olur, sağ kalsınlar…”

Mürvet hatırlıyor: Pencerelerin camları kırılıp dökülüyor, her taraftan  toz toprak yağıyordu. Bir baktım annemin uzaktan bir yerden sesi geliyor. Feryat kopararak “Mürvet” diye sesleniyordu. Ben de korkumdan bağırıyordum. Annemin beni almak için geri geldiğini anladığımda ben de onu seslemeye başladım. Annem sesimi duyunca geldi…

Sonra bizi Ağdam istasyonunda vagonlarda yaratılmış hastaneye getirdiler. Fransadan iyi doktorlar getirmişlerdi, ayağımdakı şarapnelleri onlar çıkardılar. Kardeşimin elini tedavi ettiler. Bir hafta orada kaldık. Hocalı katliamı ile ilgili bütün kitaplarda çıkan o resmimiz de aynı vagonda çekildi.

Ahmet: Benim de resimlerimi çektiler. Elim sargıya alındığı zaman reportaj da yapıldı benimle…

– Babanızdan, kardeşlerinizden bir haber alamadınızmı?

– Hayır… Onları sadece bir kez, esirliyin ilk günü, sigara verirken gördüm… Ondan sonra kameradan dışarı çıkmadım… Korkuyordum. Ne biz onlardan bir haber alamadık, ne de onlar bizden…

O zamanlar Azerbaycanın diğer ilçelerinden ilçe rehberleri  Ağdama gelerek burada toplanmış hocalıları alıp kendi ilçelerine götürüyorlardı. Memedovlar ailesi ise buradan gitmek istemiyordu:

Nerhanım: Her gün esirlikten adamlar getiriyorlardı. Onların içinde Memetle oğullarım da olur diye düşünüyordum. Onun için Ağdamdan uzaklaşmak istemiyorduk. Gelsinler, nihayet hepimiz birlikte olalım diyordum. Ama trenler de her gün dolpu gidiyordu… Sonunda bizde gitmek zorunda kaldık. Bize siz gidin, onlar da geldiğinde yanınıza getireceğiz… Kobustan ilçesinden gelenler bizi Kobustanın Mereze kasabasına getirip yerleşmek için ev verdiler.

Ahmet: Tedaviye de orada devam ettik…

Mürvet: Bu gün-yarın babamlar da gelir ümidi ile başladık orada yaşamaya… Ahmetle ikimiz çocuktuk, yapa bileceğimiz çok şey yoktu. Ancak babamla kardeşlerimin amcamlardaki resimlerini alıp kopyalayarak, arkasına isim, soyadı, doğum tarihleri yazarak ümidimiz olduğu her yere gidiyorduk…

Ahmet: Uluslararası Kızılhaç Komitesine kadar gittik… Sağ olduklarından emindik, bekliyorduk…

Mürvet: O zamanlar bizimkiler Ağdere rayonunun (ilçesinin) Marquşavan köyünü işgalden azad edildiği zaman bizde koşup gitmiştik. O savaşların hepsine Ahmetle gönüllü olarak katılmıştık…

Ahmet: Babamların da resimleri elimizde. Komutanlardan izin alarak resimleri dağıtıyorduk

Mürvet: İskender Hemidov, Rahim Kazıev, Suret Hüseynov… Babamla kardeşlerimin resimlerini verip ricada bulunmadığımız kimse kalmamıştı… Rica ediyorduk, ermenilerden rehin aldığınız zaman bu adamlarla takas edin, hiç değilse sorun, bir haber alın…

Ahmet: Ama yine de ne öldüklerini duyduk, ne yaşadıklarını…

Mürvet: Değiştirilen tüm esirlerden onları görüp görmediklerini soruyorduk…

 

Ahmet: Böylece, tam 16 yıl babamların yolunu bekledik. Sağ olduklarını, ne zamansa döneceklerini umduk…

Mürvet: 2007 yılında Milli Savunma Bakanlığının desteği ile Hocalı faciasının hiç bir yerde görülmeyen kareleri ve tanıkların ifadeleri esasında belgesel yapıldı. Orada canlı şahitlerin söylediklerinden malum oldu ki, bizden sonra babamla kardeşlerimi…

Ahmet: …ermeniler bizimkilere bir kez daha işkence verdiklerinde, kardeşim Mohlet dayanamamış, onlara cevap vererek el atıp vurmuş… O kardeşim ölümden korkmuyordu, çok cesurdu…

Mürvet:  Onların mezarlığa götürülerek ermeni mezarlarının üzerinde, Mohletin gözleri önünde babamın ve Sohbetin kafalarını kestiklerini söylediler…

Ahmet: Mohleti ise kolları, kabırgaları kırılana kadar dövmüşler… Tanıklar dedilerki “Daha ölmemişti, gözleri bakıyordu ama o halde yaşayamazdı…”

Mürvet: Tanıklardan Mohletin öldüyünü gören yok… Ama ağzından, kulaklarından kan geliyormuş… Hayatta kalması imkansızmış…

Ahmet: Hocalıdan iki canlı tanık, mezarlıkta çukur kazılarak babamla Sohbetin ikisinin aynı çukura atıldığını, üst-üste bastırıldıklarını söylediler…

Mürvet: O zamandan artık gözlerimizi yoldan çektik…

Nerhanım: O zamana kadar esirlikten kurtulan her kesden soruyorduk. Belki de bize söylemek istememişlerdi. Ama filmde konuşmuşlardı… Ne üç oğlumdan birinin mezarı var ne de babalarının…

Mürvet: Şimdi yaşadığımız evden 20 metre ötedeki Qobustan rayonu (ilçe) Şehitliğinde resimleri asılı… Onlardan yeryüzünde bir tek o resimler kaldı…

Ahmet : Boş mezar taşının üstünden babamla kardeşlerim bize bakıyorlar…

 Mammadovlar (1)  Mammadovlar (8)

Vüsale Memmedova, Lent.az

Türkiye Türkçesine Sadeleştiren Reşat İsmail

Bunlar ilginizi çekebilir...

Bir yanıt yazın