Herkes Biraz Babasıdır…

7568938724_ac8103c725_k

Ne batan güneş ışığın, ne  de biten bahar  güzelliklerin ve dirilişlerin  sonudur. Bu  Dün  gurup vaktinde, ufkun ardına “defnettiğimiz” güneş, bugün dirilen güneşin ta kendisidir. Başka bir  güneş  değil ki.. Araya bir gecelik zaman girer sadece. Işıklı dünya, karanlık  dünyaya  köçer,  karanlık dünya ışıklı dünyayı doğurur. Bıkmadan,  usanmadan. Gözlerimizin önünde her gün. Burada şaşılacak ne var ki? Bu “ölüp dirilme”ler  güneşin gen hafızasıdır.

Ne başka güneş var, ne de başka bahar. Karşıladığımız her bahar, geçen sene veda ederek  uğurladığımız bahardır. Araya giren zaman fark yaratmaya çalışır sadece. Bahar güzün, kışın, gelişiyle ölüp yitmez, yok olmaz…

Acaba göçüp nereye  gider  bahar?  Nerede  saklanıp kendi vaktini  bekler?  Nedir  bu?  Doğa   bizimle  saklambaç mı  oynuyor? Belki evet, belki de  hayır! Bu guruplar, bu yeniden doğuşlar, bu tekrarlanışlar, doğanın ve mevsimlerin gen hafızasıdır. Başka  ne  olabilir ki?

Her mevsimin  kendi  karakteri  ve  kendi  ruhu  var. Her  mevsim  kendi  gen  hafızasının  etkisiyle  ve kendi ruhunun fırçasıyla dünyayı ve zamanı süsleyip nakışlar; kendi görevini   yapar kendisine  ayrılmış zaman çerçevesinde. Sonra, bizim bilemeyeceğimiz bekleme mekanlarına çekilip   bizlerden saklanırlar,  yeniden dönmek için .

Mevsimler her  sene  başka  ruhla,  başka  karakterle  dönmezler ki… Hiç değişmeyen karakter  ve  ruhları vardır. Bahar doğuş-ilk çocukluk, yaz delikanlılık, güz olgunluk ve meyveler,  kış yok oluş, bir anlamda ölüm… Sonra yeniden tekrar, tekrar, tekrar…

Her öten(geçen) gün, her bir  geçmiş  bahar  hafızamıza  taşınarak  anılaşılır. Bu  anılar  bizi  ya  üşütür  veya  üşüyen  ruhumuzu  ısıtır.  Geçen  sene  hazal  olup dünyasını  değişmiş  yapraklar  yeniden tomurcuk tomurcuk dirilerek dallardaki kendi  yerlerine   dönerler.  Yeniden yapraklar, yeniden  çiçekler, yeniden  meyveler… Bu da dilsiz ağızsız  ağaçların meyvelerin  güllerin   çiçekleri gen  hafızasıdır. Karşıladığımız hiç bir bahar,  mazide  kalmış sayısız bahardan farklı değildir!  Hepsi birbirine benzer. Evlatların babalara, torunların dedelere benzediği gibi…

Gecenin ortasında uykudan uyandırır beni bu etkileşim. Ve öyle zannederim ki, ruhum  bedenimden çıkarak, kenardan  cismime  bakıyor. Nasıl bir şeye büründüğümü, başımın, ellerimin, bacaklarımın, duruşuna  kenardan  bakıyorum sanki. Hayret ediyorum. İnsan  kendisine nasıl kenardan  bakabilir? Birkaç saniye  sonra anlıyorum ki, böyle bir şey zaten yok! Ne ruhum bedenimden çıkarak  kendime  bakıyor,  ne  rüya görüyorum,  ne de halüsinasyondayım..Sadece,bir zamanlar  babamın nasıl uyuduğunu seyrettiğimi hatırlıyorum. Bürünüşüm, kafamın, ellerimin, bacaklarımın duruşu, sağ omuzum  üzerinde  uzanışım, aynen  babam gibi.  O kadar  büyük  aynılık görüyorum ki… Hatta bana şöyle geliyor. Yatağımda  uzanan ben değilim de babam… Belki de bir  anlık bile olsa, çevrilip  babam  olmuşum…

Böyle görüşümün, hissedişimin sebebi  nedir? Böylesi  duyumlar  sadece bende mi  oluyor?  Hayır!  Eminim  ki, böyle halleri sadece ben  yaşamıyorum. Herkes yaşıyor.  Herkes. Zira  herkes  biraz babasıdır!

Hiç kimse ne içtiği çayın, ne yediği yemeklerin  tadını sözlerle yeterince söyleyebilir. Ağız tadı, koku, kelimelerle ifade olunması mümkün olmayan hislerdir. Ancak ve ancak genel geçer malum anlayışlarla  izah  edilebilir: Ekşi, şirin, acı, tuzlu, tuzsuz.. Bir birey, diğer bir bireyin herhangi bir lezzeti niçin sevdiğinin ya da sevmediğinin sebebini ne anlayabilir, ne de izah edebilir bence.

Babamın  severek yediği  yemekleri  yediğimde,  onun  o  yemeği hangi  lezzet çizgisinden  dolayı  sevdiğini, o lezzet  çizgisinin  babamın  hangi  zevk  ihtiyacını doyurduğunu  hissetmeye çalışıyorum. Aynen babam  gibi. Bir  an bile olsa o na çevrilerek, oymuş gibi hissetmeye çalışarak.. Çayı hangi sıcaklıkta, hangi koyulukta neden sevdiğini bir anlık bile olsa ruhumla ve cismimle  anlıyorum. Bir gülücük beliriyor çehremde.. Ve  seviniyorum.  Seviniyorum, çünkü  babamın  teni  topraklaşsa bile onun  canının  bir  parçası  olan  genleri benim  canımda yaşamaya devam ediyor. Benimle  beraber  yaşıyor  ve  hissediyor.  Seviniyorum, çünkü;  bu gün  içtiğim  çayları, dinlediğim nağmeleri,  seyrettiğim   güzellikleri   onun  genleri ve  hisleriyle tadıyor, duyuyor, seyrediyorum   ve seviyorum. Demek ki, Allahu Teala(c.c.) benim evlatlarıma ömür verse, ben de topraklaştıktan sonra   dedelerim ve  babam gibi,  evlatlarımın  canlarında  yaşayarak   görecek, işitecek,  hissedecek  ve seveceğim…

Yalnızca ben mi?  Hayır, asla.. Herkes kendi geninden, canından bir canlıda yaşayacaktır! Bunun  sebebi  nedir  acaba?

Oğlumla  sohbet  ederken bir  konu, bir bakış, bir mimik, izah olunmaz bir  çevrilme  yaratarak  tenlerimizdeki ruhların yerini değiştiriyor. Bir  anlık  da olsa  ben  çevrilip  babam  oluyorum . Oğlum  çevrilip  ben  oluyor. Oğlum  bana, iyi çalışmadığı bir dersi anlatırken aklıma çocukluk zamanım geliyor. İyi  bilmediğim bir  dersi  babama “kakalamaya” çalıştığımda, onun yüzünde oluşan gülücüğü  hatırlıyorum.  Veya  bir başarımdan, emelimden  sevindiğinde   çehresindeki  memnuniyet  çizgilerini…

Bu  gün  benim  yüzüme  konmuş  bu  gülücük  veya  memnuniyet  çizgileri  benim  hislerim  değil de 15  yıl  önce  defnettiğim   babamın hisleridir, aslında! Babamın  uzun  bir  süre  saklanmışcasına, bu  gün  geriye  dönerek  benim  çehreme  ve  kalbime  konan  hisleri… Baharın  bizim  bilmediğimiz bir  yerde  saklanarak  kendi  zamanını   beklediği ve  yeniden döndüğü  gibi. Güneşin  ufkun  ardına “defnolunuşu “ ve  dirilişi   gibi.

Böylece, aynı  dünyada  yaşamadığım  babamla  temaslarım  devam  ediyor. İçimde  bir  ışık  hattı  yaranıyor. O ışık  hattı  dedelerimle, babamla  ve  oğlumla aramızda  sözsüz  sohbetsiz  bir  duygu  alış verişi, bir duygu  paylaşımına aracı oluyor. Aklıma büyük ilim adamımız  Ebu Ali ibni Sîna geliyor. Dünya çapında ilim devinin adının  (künyesinin) Arapça’dan  çevirisi şöyledir:  “Ali’nin  babası, Sinan’ın oğlu”.. Acaba üstadın kendi adı nerede? Üstadın  kendisi nerede?  Düşündürücüdür değil mi? Üstad, kendi dehasının, eserlerinin gerçek sahibinin genleri olduğunu ispat etmek   istemiş  belki de…. Babasından  alarak  oğluna  ilettiği  genin.. Çünkü o da babası ile oğlu  arasında  bir  yol, bir  nesil zincirinin halkasıdır. Çünkü o  da  hem  biraz  babası, hem de  biraz  oğludur.   Bir  ağacın  her  sene aynı  biçimde  yapraklaması, aynı lezzette, aynı  görunümde meyveler verdiği gibi.  Bir  gülün, nokta ölçekli tohumundan yeniden aynı zarafeti veya aynı dikeni yeşerttiği gibi.

Adına gen dediğimiz bir nesnenin, ölümsüzleşerek yaşaması, yaşatması ve geleceğe yolculuğudur  bu..  Bu  ne  yalnızca  Ebu Ali  ibn Sina’da  böyledir, ne  de bir  başkasında. İstisnasız olarak  herkeste  böyledir, bence. Herkeste. Çünkü  herkes  biraz  babasıdır.

Allahu Teala (c.c.) Kur’an-ı Kerim’in  İsra  suresinin 85. ayetinde Elçisine şöyle diyor:Ve sana ruhtan sorarlar. De ki: “Ruh, Rabbimin emrindendir” Ve size, (ruha ait) ilimden sadece az bir şey verildi. Ne Allah’a isyan, ne Kur’an’a şekkederek bir düşüncemi beyan etmek istiyorum.

Evet, belki de beynimiz  algılamayabilir  ruhun niteliğini. Ama  duygularımızla idrak  edebiliriz.  Hatta idrak etmeye borçluyuz. Çünkü,  her birimiz  ana bünyesindeyken  Allahu Teala bize  kendi ruhundan üflüyor. Ve biz fizyolojik organımız olan beynimizle algılayamadıklarımızı  ilahi  bir  varlık olan ruhumuzla  algılayabiliriz. İnsan  ölürken onun  cismiyle beraber  mezara  girmeyen , cismi gibi  toprak  olmayan  bir  ruhudur  bir de genleri.  Demek ki, ruh  ve  gen ölümsüzlük değerine  sahiptir, Ana-Babalarımızdan bize iletilen. Allah’ın  cismimize  üflediği ruhla  aynı kutsallığa, aynı içeriğe sahip  olan  kudrettir.

Buna  kanıt  olarak Secde  suresinin  9.  ayetini  şahit  gösterebilirim: Sonra (Allah), onu dizayn etti ve onun içine (vechin, fizik vücudun içine) ruhundan üfürdü ve sizler için sem’î (işitme hassası), basar (görme hassası) ve fuad (idrak etme hassası) kıldı. Ne kadar az şükrediyorsunuz. Bu iddiamın hakikat olduğunu, Allah’ın bir  parçası  olan  ruhumla, duygularımla ve hislerimle  idrak ediyorum. Oğlumla,  babamla, dedelerimle aramada olan iletişim duygularıma   güvenerek.

Gördüğümüz rüyalar da herhangi bir dış etkinin sonucu değil. Ulularımızın bedenimizde yaşayan  genlerinin bizlerde görünüşüdür. Bazen  bize  öyle  gelir ki,  yaşadığımız   herhangi  bir  olay  veya durumu geçmişte yaşamış, görmüşüz. Oysa o sahneleri biz yaşamamışızdır. Büyük ihtimalle o fragmanlar  babamızın ve yahut dedelerimizin yaşadığı  sahnelerdir. Veya onların kendi  hayat  tecrübelerine  dayanarak  bizleri, herhangi bir  konuda uyarmak istiyorlardır. “İçimize  doğan” bir haber  de içimize genlerimizden “doğar”.

Bu durum ecdatlarımızın bizlerle duygular aracılığıyla iletişim kurmasıdır. O filmleri anımsatan  görüntüler, genlerimizin beynimize seyrettirdiği fragmanlardır. Yani bizim de gen hafızamız var. Hafızamızdaki bu genler, insanın sesini, boyunu, tipini, karakterini belirliyor. Nesilleri geleceğe  taşıyor.  Tıpkı güneşin, mevsimlerin, güllerin gen hafızası olduğu gibi…

Dünyasını değişmiş ulularımız sadece sesleriyle, boy poslarıyla, yüz çizgileriyle, ağız tatlarıyla, karakterleriyle değil, hastalıklarıyla bile bizlerle beraber yaşayabiliyor. Demek ki, biz bütün  duygularımızla ulularımızın hazlarını, sevgilerini, nefretlerini, hissedebiliyoruz. Demek ki, biz de gelecekte  evlatlarımız aracılığıyla var olacağız. Dünyadaki hislerimiz, duygularımız ve bilgilerimizle yaşayacağız…

Belki de sizlerle paylaştığım bu  fikirleri de bana babam fısıldıyordur bir şiirinin iki  mısrasıyla :


“Ölüm de yalandır, yitim de yalan,   Hayatta mukaddes çevrilmeler var!”

Burada şaşılacak ne var ki? Herkes biraz babası değil midir?

Ekber Ekberzade

Əkbər Əkbərzadə, 1970 yılında Azerbaycan'ın Bakı şehrinde doğdu.1992 yılında Azerbaycan Devlet Tıp Üniversitesinden mezun oldu.Halen Diş Hekimidir.Aynı zamanda, yurt içinde ve yurt dışında çeşitli dergilerde basılan şiirleri, oyunları, yazıları bulunmaktadır. Evli ve iki çocuk babasıdır.

Bunlar ilginizi çekebilir...

Bir yanıt yazın