Ne batan güneş ışığın, ne de biten bahar güzelliklerin ve dirilişlerin sonudur. Bu Dün gurup vaktinde, ufkun ardına “defnettiğimiz” güneş, bugün dirilen güneşin ta kendisidir. Başka bir güneş değil ki.. Araya bir gecelik zaman girer sadece. Işıklı dünya, karanlık dünyaya köçer, karanlık dünya ışıklı dünyayı doğurur. Bıkmadan, usanmadan. Gözlerimizin önünde her gün. Burada şaşılacak ne var ki? Bu “ölüp dirilme”ler güneşin gen hafızasıdır.
Ne başka güneş var, ne de başka bahar. Karşıladığımız her bahar, geçen sene veda ederek uğurladığımız bahardır. Araya giren zaman fark yaratmaya çalışır sadece. Bahar güzün, kışın, gelişiyle ölüp yitmez, yok olmaz…
Acaba göçüp nereye gider bahar? Nerede saklanıp kendi vaktini bekler? Nedir bu? Doğa bizimle saklambaç mı oynuyor? Belki evet, belki de hayır! Bu guruplar, bu yeniden doğuşlar, bu tekrarlanışlar, doğanın ve mevsimlerin gen hafızasıdır. Başka ne olabilir ki?
Her mevsimin kendi karakteri ve kendi ruhu var. Her mevsim kendi gen hafızasının etkisiyle ve kendi ruhunun fırçasıyla dünyayı ve zamanı süsleyip nakışlar; kendi görevini yapar kendisine ayrılmış zaman çerçevesinde. Sonra, bizim bilemeyeceğimiz bekleme mekanlarına çekilip bizlerden saklanırlar, yeniden dönmek için .
Mevsimler her sene başka ruhla, başka karakterle dönmezler ki… Hiç değişmeyen karakter ve ruhları vardır. Bahar doğuş-ilk çocukluk, yaz delikanlılık, güz olgunluk ve meyveler, kış yok oluş, bir anlamda ölüm… Sonra yeniden tekrar, tekrar, tekrar…
Her öten(geçen) gün, her bir geçmiş bahar hafızamıza taşınarak anılaşılır. Bu anılar bizi ya üşütür veya üşüyen ruhumuzu ısıtır. Geçen sene hazal olup dünyasını değişmiş yapraklar yeniden tomurcuk tomurcuk dirilerek dallardaki kendi yerlerine dönerler. Yeniden yapraklar, yeniden çiçekler, yeniden meyveler… Bu da dilsiz ağızsız ağaçların meyvelerin güllerin çiçekleri gen hafızasıdır. Karşıladığımız hiç bir bahar, mazide kalmış sayısız bahardan farklı değildir! Hepsi birbirine benzer. Evlatların babalara, torunların dedelere benzediği gibi…
Gecenin ortasında uykudan uyandırır beni bu etkileşim. Ve öyle zannederim ki, ruhum bedenimden çıkarak, kenardan cismime bakıyor. Nasıl bir şeye büründüğümü, başımın, ellerimin, bacaklarımın, duruşuna kenardan bakıyorum sanki. Hayret ediyorum. İnsan kendisine nasıl kenardan bakabilir? Birkaç saniye sonra anlıyorum ki, böyle bir şey zaten yok! Ne ruhum bedenimden çıkarak kendime bakıyor, ne rüya görüyorum, ne de halüsinasyondayım..Sadece,bir zamanlar babamın nasıl uyuduğunu seyrettiğimi hatırlıyorum. Bürünüşüm, kafamın, ellerimin, bacaklarımın duruşu, sağ omuzum üzerinde uzanışım, aynen babam gibi. O kadar büyük aynılık görüyorum ki… Hatta bana şöyle geliyor. Yatağımda uzanan ben değilim de babam… Belki de bir anlık bile olsa, çevrilip babam olmuşum…
Böyle görüşümün, hissedişimin sebebi nedir? Böylesi duyumlar sadece bende mi oluyor? Hayır! Eminim ki, böyle halleri sadece ben yaşamıyorum. Herkes yaşıyor. Herkes. Zira herkes biraz babasıdır!
Hiç kimse ne içtiği çayın, ne yediği yemeklerin tadını sözlerle yeterince söyleyebilir. Ağız tadı, koku, kelimelerle ifade olunması mümkün olmayan hislerdir. Ancak ve ancak genel geçer malum anlayışlarla izah edilebilir: Ekşi, şirin, acı, tuzlu, tuzsuz.. Bir birey, diğer bir bireyin herhangi bir lezzeti niçin sevdiğinin ya da sevmediğinin sebebini ne anlayabilir, ne de izah edebilir bence.
Babamın severek yediği yemekleri yediğimde, onun o yemeği hangi lezzet çizgisinden dolayı sevdiğini, o lezzet çizgisinin babamın hangi zevk ihtiyacını doyurduğunu hissetmeye çalışıyorum. Aynen babam gibi. Bir an bile olsa o na çevrilerek, oymuş gibi hissetmeye çalışarak.. Çayı hangi sıcaklıkta, hangi koyulukta neden sevdiğini bir anlık bile olsa ruhumla ve cismimle anlıyorum. Bir gülücük beliriyor çehremde.. Ve seviniyorum. Seviniyorum, çünkü babamın teni topraklaşsa bile onun canının bir parçası olan genleri benim canımda yaşamaya devam ediyor. Benimle beraber yaşıyor ve hissediyor. Seviniyorum, çünkü; bu gün içtiğim çayları, dinlediğim nağmeleri, seyrettiğim güzellikleri onun genleri ve hisleriyle tadıyor, duyuyor, seyrediyorum ve seviyorum. Demek ki, Allahu Teala(c.c.) benim evlatlarıma ömür verse, ben de topraklaştıktan sonra dedelerim ve babam gibi, evlatlarımın canlarında yaşayarak görecek, işitecek, hissedecek ve seveceğim…
Yalnızca ben mi? Hayır, asla.. Herkes kendi geninden, canından bir canlıda yaşayacaktır! Bunun sebebi nedir acaba?
Oğlumla sohbet ederken bir konu, bir bakış, bir mimik, izah olunmaz bir çevrilme yaratarak tenlerimizdeki ruhların yerini değiştiriyor. Bir anlık da olsa ben çevrilip babam oluyorum . Oğlum çevrilip ben oluyor. Oğlum bana, iyi çalışmadığı bir dersi anlatırken aklıma çocukluk zamanım geliyor. İyi bilmediğim bir dersi babama “kakalamaya” çalıştığımda, onun yüzünde oluşan gülücüğü hatırlıyorum. Veya bir başarımdan, emelimden sevindiğinde çehresindeki memnuniyet çizgilerini…
Bu gün benim yüzüme konmuş bu gülücük veya memnuniyet çizgileri benim hislerim değil de 15 yıl önce defnettiğim babamın hisleridir, aslında! Babamın uzun bir süre saklanmışcasına, bu gün geriye dönerek benim çehreme ve kalbime konan hisleri… Baharın bizim bilmediğimiz bir yerde saklanarak kendi zamanını beklediği ve yeniden döndüğü gibi. Güneşin ufkun ardına “defnolunuşu “ ve dirilişi gibi.
Böylece, aynı dünyada yaşamadığım babamla temaslarım devam ediyor. İçimde bir ışık hattı yaranıyor. O ışık hattı dedelerimle, babamla ve oğlumla aramızda sözsüz sohbetsiz bir duygu alış verişi, bir duygu paylaşımına aracı oluyor. Aklıma büyük ilim adamımız Ebu Ali ibni Sîna geliyor. Dünya çapında ilim devinin adının (künyesinin) Arapça’dan çevirisi şöyledir: “Ali’nin babası, Sinan’ın oğlu”.. Acaba üstadın kendi adı nerede? Üstadın kendisi nerede? Düşündürücüdür değil mi? Üstad, kendi dehasının, eserlerinin gerçek sahibinin genleri olduğunu ispat etmek istemiş belki de…. Babasından alarak oğluna ilettiği genin.. Çünkü o da babası ile oğlu arasında bir yol, bir nesil zincirinin halkasıdır. Çünkü o da hem biraz babası, hem de biraz oğludur. Bir ağacın her sene aynı biçimde yapraklaması, aynı lezzette, aynı görunümde meyveler verdiği gibi. Bir gülün, nokta ölçekli tohumundan yeniden aynı zarafeti veya aynı dikeni yeşerttiği gibi.
Adına gen dediğimiz bir nesnenin, ölümsüzleşerek yaşaması, yaşatması ve geleceğe yolculuğudur bu.. Bu ne yalnızca Ebu Ali ibn Sina’da böyledir, ne de bir başkasında. İstisnasız olarak herkeste böyledir, bence. Herkeste. Çünkü herkes biraz babasıdır.
Allahu Teala (c.c.) Kur’an-ı Kerim’in İsra suresinin 85. ayetinde Elçisine şöyle diyor:Ve sana ruhtan sorarlar. De ki: “Ruh, Rabbimin emrindendir” Ve size, (ruha ait) ilimden sadece az bir şey verildi. Ne Allah’a isyan, ne Kur’an’a şekkederek bir düşüncemi beyan etmek istiyorum.
Evet, belki de beynimiz algılamayabilir ruhun niteliğini. Ama duygularımızla idrak edebiliriz. Hatta idrak etmeye borçluyuz. Çünkü, her birimiz ana bünyesindeyken Allahu Teala bize kendi ruhundan üflüyor. Ve biz fizyolojik organımız olan beynimizle algılayamadıklarımızı ilahi bir varlık olan ruhumuzla algılayabiliriz. İnsan ölürken onun cismiyle beraber mezara girmeyen , cismi gibi toprak olmayan bir ruhudur bir de genleri. Demek ki, ruh ve gen ölümsüzlük değerine sahiptir, Ana-Babalarımızdan bize iletilen. Allah’ın cismimize üflediği ruhla aynı kutsallığa, aynı içeriğe sahip olan kudrettir.
Buna kanıt olarak Secde suresinin 9. ayetini şahit gösterebilirim: Sonra (Allah), onu dizayn etti ve onun içine (vechin, fizik vücudun içine) ruhundan üfürdü ve sizler için sem’î (işitme hassası), basar (görme hassası) ve fuad (idrak etme hassası) kıldı. Ne kadar az şükrediyorsunuz. Bu iddiamın hakikat olduğunu, Allah’ın bir parçası olan ruhumla, duygularımla ve hislerimle idrak ediyorum. Oğlumla, babamla, dedelerimle aramada olan iletişim duygularıma güvenerek.
Gördüğümüz rüyalar da herhangi bir dış etkinin sonucu değil. Ulularımızın bedenimizde yaşayan genlerinin bizlerde görünüşüdür. Bazen bize öyle gelir ki, yaşadığımız herhangi bir olay veya durumu geçmişte yaşamış, görmüşüz. Oysa o sahneleri biz yaşamamışızdır. Büyük ihtimalle o fragmanlar babamızın ve yahut dedelerimizin yaşadığı sahnelerdir. Veya onların kendi hayat tecrübelerine dayanarak bizleri, herhangi bir konuda uyarmak istiyorlardır. “İçimize doğan” bir haber de içimize genlerimizden “doğar”.
Bu durum ecdatlarımızın bizlerle duygular aracılığıyla iletişim kurmasıdır. O filmleri anımsatan görüntüler, genlerimizin beynimize seyrettirdiği fragmanlardır. Yani bizim de gen hafızamız var. Hafızamızdaki bu genler, insanın sesini, boyunu, tipini, karakterini belirliyor. Nesilleri geleceğe taşıyor. Tıpkı güneşin, mevsimlerin, güllerin gen hafızası olduğu gibi…
Dünyasını değişmiş ulularımız sadece sesleriyle, boy poslarıyla, yüz çizgileriyle, ağız tatlarıyla, karakterleriyle değil, hastalıklarıyla bile bizlerle beraber yaşayabiliyor. Demek ki, biz bütün duygularımızla ulularımızın hazlarını, sevgilerini, nefretlerini, hissedebiliyoruz. Demek ki, biz de gelecekte evlatlarımız aracılığıyla var olacağız. Dünyadaki hislerimiz, duygularımız ve bilgilerimizle yaşayacağız…
Belki de sizlerle paylaştığım bu fikirleri de bana babam fısıldıyordur bir şiirinin iki mısrasıyla :
“Ölüm de yalandır, yitim de yalan, Hayatta mukaddes çevrilmeler var!”
Burada şaşılacak ne var ki? Herkes biraz babası değil midir?