23 NİSAN 1920; Türkiye Büyük Millet Meclisi açıldı. ATATÜRK; “Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir!” diye açıkladı, o gün, “HAKİMİYETİ MİLLİYE BAYRAMI” oldu ve çocuklara armağan edildi. 1923'te “ÇOCUKLARIN ROZET BAYRAMI”, sonrasında “ÇOCUK BAYRAMI” adını aldı, 1929'da iki bayram birleştirilerek “HAKİMİYETİ MİLLİYE VE ÇOCUK BAYRAMI" oldu... "23 NİSAN ULUSAL EGEMENLİK VE ÇOCUK BAYRAMI" Kutlu Olsun! Türk çocukları başta olmak üzere bütün çocuklar daima özgür, güvende ve mutlu yaşasın…

KIRIM SOYKIRIM DESTANI

Mayısın onsekizi, bir Perşembe gününde;

STALİN kudurmuştu, vahşi bir telaştaydı.

İhanetle suçlandı, bütün KIRIM Türkleri;

Oysa ki, yirmi bin genç,cephede savaştaydı.

 

Çocuklar; beşikte, anne koynunda çocuklar;

Sabaha karşı, tam üçte uyandırıldılar.

Dipçik darbeleri ve küfürler arasında;

Korkudan, sımsıkı annelerine sarıldılar.

 

Ne bir çul, ne bir somon ekmek alabildiler.

Kadın, yaşlı demeden zorla götürüldüler.

Kimileri; ‘’Vatanımız, kopamayız!’’ dediler.

Direnenler, hemen orda öldürüldüler.

 

Direndiler yiğitçe, güçleri yettiğince;

Süngülerle göçüp gitti, onca nine ve dede

Feryatlardan derya dinmiş, alem sağır olmuştu,

Zulüm vardı, vahşet vardı, uğranılan her evde.

 

Oysa mevsim bahardı, yemyeşildi umutlar

Binbir türlü hayalle, zamansız gömüldüler.

Kimi ana kuzusu, kimi yaşlı ve hasta

Karanlıkta alınıp, ölüme sürüldüler.

 

Elli yedi bin çocuk, hepsi beş yaş altında;

Daha dün oynuyordu ve de dipdiriydiler.

Umuttular, yarındılar, öbürgündü herbiri

Şanlı, soylu bir neslin nefesiydiler.

 

Bir bala; süngülerin ucunda, iki kısık göz;

Burnunda yaban domuzunun keşif kokusu.

Melekler kucakladı ve alıp götürdüler;

Süngülenirken bile yoktu ölüm korkusu.

 

Dam koruğu, gelincik, nazero, nazlı çiçek;

Çiğdemler ve laleler kökten aparıldılar.

Kanlı yazmalar dalda, urbalar paramparça;

Insafsızca ‘’Tepem’’ den yardan koparıldılar.

 

Çalmaz oldu dareler, tulumlar ve de sazlar;

Yoktu artık katlama, kobete ve kıygaşa.

Kadınlar hırpalandı ve taciz edildiler;

Ahh, ahh be güzel balam, bu da mı geldi başa!

 

Akmescit, Bahçesaray, Canköy, Aluşta, Kefe;

Hiç kimse kalmamıştı onbinlerce ocakta

Bir milletin varlığı konulmuştu hedefe;

Gözleve, Orkapı’da, Yalta ve de Sudak’ta

 

Tanda uçup geldi kuşlar, avlulara kondular.

O seherde hiçkimse, yemleri serpmemişti.

Gördüler, anladılar vahşetin boyutunu;

Ondan sonra, hiçbir gün, tek bir kuş gelmemişti.

 

Hüzün vardı, acı vardı, dert ve kasavet vardı.

Artık mahzun ötmekteydi, dağda ovada kuşlar.

Kanlı potinleriyle, haneler kirlendi ya;

Zevkten dört köşe idi, sırtlanlar, soysuz puştlar.

 

Tanıdıktı o kan kokan, ölüm saçan vagonlar;

İnguşlar ve Çeçenler onlarla taşınmıştı.

Belliydi çok önceden STALİN’in niyeti.

Ne insanlık, ne hukuk, ne de vicdan kalmıştı.

 

Vagonlar hayvan içindiler, zorla dolduruldular.

Yaşlı, kadın ve genç kızlar, ne de çok arlandılar.

Kaplamıştı vagonları, idrar, dışkı kokusu;

Hacetlerini orada yapmak zorundaydılar.

 

Belliydi ki; domuzdan post, ayıdan dost olmazmış.

Boşunaydı o feryatlar, yalvarma, yakarmalar.

Aşatmadı hiç birisi günler, haftalar boyu.

Ölüyordu yüzer yüzer, apakaylar, balalar.

 

Kaytarma, kuyucuk, tunuç oynamak varken,

Onbinlerce çocuk sürgündeydi her yaştan

Havasızlık, susuzluk ve açlıktan öldüler;

Anaların usları, çoktan göçmüştü baştan.

 

Ne bedenler düşüyor, ne ruhlar göçüyordu;

Cesetler arasında, hasta, baygın yattılar.

Nasıl bir azaptı bu, nasıl bir yolculuktu?

Hasreti, düşünmeyi, açlığı unuttular.

 

Ya Hakk; nasıl imtihan, nasıl bir diyardır bu?

Ne rüzgarı benziyor, ne akşamı, ne tanı.

Dondurmakta soğuğu, damarlardaki kanı.

Öldürmüştü ayazı, zamansız, nice canı.

 

Zulüm, baskı altında ağladılar günlerce;

Sibirya’daki hilâl, Kırım’da da var mıydı?

Yakardılar Allah’a, inleyerek, her gece;

Tepem’deki şehitler sesleri duyar mıydı?

 

Toz toprakta, ambarlarda, oyuklarda yattılar.

Şarkı, türkü, muhabbet, gezmek bile yasaktı.

Canlıydı belleklerde, vatana dönme düşü;

Hülyaları özgürdü, bedenleri tutsaktı.

 

Bırakmadılar hiçbiri yüce Hakk’ın ipini;

Ateşi yakmak için saklı közleri vardı.

Ruhları hep hardaydı, donsalar da ayazda.

Musa, Mustafa gibi soylu özleri vardı.

 

Mavi Körfez’e hasret kaplardı bedenleri;

Ağlayan yürekleri bir dost göze muhtaçtı.

Yarım kalan hesaptı reva görülen zulüm;

Dinler yasak olsa da, saplanan aynı haçtı.

 

Taşkent’ten Buhara’ya, Andican’dan Kagan’a

Kolhozlar ve Sovhozlar zindanlarıydı artık.

Namegen, Kaşka-Derya, Fergana ve her yerde.

Kırımlı, yaşlarını, ekmeğe etti katık.

 

Tuz ve balıkla özdeş, Azak’ta güzel bir köy;

Arabat idi adı, sehven unutuldular,

Yirmi Temmuz gününde , iki saat içinde;

Bir gemi mahzenine, zorla kapatıldılar.

 

Birkaç mil açılınca, ‘’Nazdarova!’’ denildi.

Kobulov’un emriyle, kapaklar açtırıldı.

Umutlarıyla bir köy, evet, koskoca bir köy;

O hurda gemi ile deryaya batırıldı.

 

O nasıl bir nefretin, kinin yansımasıydı,

Yoktu böyle bir vahşet ne Afrika, ne Çin’de;

Salıverdi dalgalar çürüyen bedenleri;

Kıyılar ceset doldu, birkaç günün içinde.

 

Çok geçmeden sinleri, eserleri yıktılar.

Ne iz varsa, Türkten yana, silindi.

Sürmekle, öldürmekle yok olmayan bu ırkın

Dirilerek, mutlak birgün, döneceği bilindi.

 

Sürgünde bir bebek, nur yüzlü, adı Mustafa;

Özlemle, KIRIM’la büyüdü ÖZBEKİSTAN’da

Hapisteydi, sürgündeydi ya da açlık grevinde;

Payı büyük o yiğidin, yazılan bu destanda.

 

Atıldılar KIRIMLILAR yollara, çukurlara.

Umut denen bir çınarın köklerindeler.

Alşaymadı hiçbiri, yayıldılar aleme;

Civanlarla, yiğitlerle her yerindeler.

 

Yetmiş sekiz yılının yirmi üç Nisanında;

Musa Mahmut, benzin döküp yakmıştı ya kendini;

Onun ruhu, işte o gün, size miras bırakıldı.

Yırtacaktır, sizdeki ruh, Kırım’ın kefenini.

 

Yıl iki bin onaltı, hasret doruklardayken,

Bir şarkı yankılandı JAMALA’nın dilinde.

Farklı olsa da kasap , hesap aynı hesaptı;

Hortladı yine zulüm, Türk’ün Kırım ilinde.

 

Gözünü aç TÜRK OĞLU; uyuma ve öyle kal;

Kemgözler çok, viran bağa bülbül konup ötmezmiş.

Ateş devşir, hep yanık tut, o kutsal meş’aleyi

Bir topal bit, bir gecede, dokuz yorgan gezermiş.

 

Rabbimiz bir, ülkümüz bir, yolumuz birdir bizim.

Neysek oyuz, değişmeyiz, kimse posta bürünmez.

Deryada su, çöllerde kum, dağlarda taş tükenir,

Asla, kat’a, öldürmekle Türk’ün soyu tükenmez.

Canfer Balçık

Emekli Kurmay Albay, Araştırmacı Yazar, Şair

Bunlar ilginizi çekebilir...

Bir yanıt yazın