ESİRLİKTE

 

Tarih: 23 Şubat 1992

Yarı karanlık bir bodrum. Kadının doğum sancıları başlamış. O bağırmamak için elinden geleni yapıyor, ama ağrılar şiddetlendikçe dayanamayıp bağırıyordu. Başında komşu kadınlar vardı sadece.  “Çocuğu biz tutacağız, merak etme. Sana bir şey olmaz”  diye ona destek veriyorlardı.

Mahallenin erkekleri de bodrumda idiler. Kadınlarla onları ayırmak için araya bir çarşaf germişlerdi sadece.

Bodrum öyle soğuk ve karanlık idi ki…

Kadınlar ellerinde makas, bir kova su ve bir parça çarşafla hazır bekliyor. “Bebek geliyor, hem de normal geliyor” diyorlardı. Erkekler doğum yapan kadının utanmaması için ağız ağza verip yüksek sesle öksürüyorlardı.

…Bir anda tüm bu bağırmalara son verildi… Her kes sustu. Hatta dışarıdaki silah sesleri bile suskunluğa gömüldü. Şimdi sıra onda idi. Dünyaya yeni gelen bebek ağlamaya, dışarıda ise yine de silah sesleri gürlemeye başladı.

“Adını ne koyacaksın” diye sordu komşular. “Babası savaş biterse Azad, bitmezse de ablasının adına yakıştırıp Günay koyacağım” dedi yeni doğum yapan kadın. Dördüncü çocuğunu dünyaya getiriyordu, ama hiç bu kadar zorlanmamıştı.

Sabah olunca polis olan kocası kısa süreliğine bodruma geldi. Elini yatakta halsiz uzanan karısının alnına koydu: “Şükür sağ salim kurtuldun. Artık gözüm arkada kalmaz. Kendine, çocuklarımıza çok iyi bak. Allah’a emanet ol.” Deyip bodrumdan ayrıldı, görevinin başına döndü.

Şubatın 25’i…Yaşlı erkekler, kadınlar ve çocuklar yine bodruma sığınıp gelecek iyi haberi bekliyorlardı.

Kadın çantasına koyduğu ekmekten az az parçalayıp çocuklarına veriyor, arada bir kenara çekilip yeni doğan bebeğini emziriyordu.  Gecenin 3-4’ü idi. Dışarıda çok gürültü vardı. Sanki gökten başlarına bombalar yağıyordu. Çok farklı bir gece idi. Silahlar kulaklarının dibinde patlıyordu.  Çocuklar bu seslerden korkarak avaz avaz bağırmaya, ağlamaya başladılar.

Gelenler kendi dillerinde konuşuyorlardı. Onların dillerini bilen kadınlar kulaklarını duvara dayayıp duydukları konuşmaları içeridekilere aktarıyorlardı. Eyvah, çocukların seslerini duymuşlardı.

Ve bir anda atılan el bombası ile ortalık toz duman oldu.

“Çocuklar etrafa savruldular. Bir buçuk yaşındaki oğlum ayağından ve başından yara aldı. Olduğu yerde çabalayıp duruyordu.  Erkekler çıkış yolu aradılar. “Böyle olmaz. Onlara içeridekinin çoğunun çocuk ve kadın olduğunu söyleyelim. Atmasınlar daha fazla. Onlar da insandır. Sivilleri vurmazlar” dediler.  Beyaz çarşaftan bayrak yaptılar, ellerine alıp bodrumdan çıktılar.

“Atmayın. İçeride kadınlar, çocuklar var” diye karşı tarafa seslendiler.  İki el ateş sesi duyuldu. Bodrumun açık kapısından teslim bayrağı çeken iki yaşlı erkeğin cesedi içeride oturanların kucağına düştü.  Ardından da onlar içeriye doluştular.”

O yaralı yavrusunun yaralarını çarşaftan kestiği parçayla sardı. Çocuğunu sırtına aldı, yeni doğan bebeğini ile yün battaniyeye sarıp kucağına aldı.3 ve 4 yaşlı diğer çocukları ise annelerinin eteğinden yapışıp dışarıya çıktılar. Dışarısı meşher yeri gibi idi. Etraf alev alevdi. Yerler kardı.

Sadece iki gün önce doğum yapmıştı. Yürüyecek gücü yoktu. Onları yürüttüler. Karların üzerinde sadece ayak izleri ve bir de ondan boşalan kan izleri vardı. Ayaklarına kar doluyor, dikenler acımazsızca ayaklarına batıyordu.  Evleri cayır cayır yanıyordu.

Artık esir idiler. Onları neyin beklediğini tam anlamıyorlardı. Dağın eteğine varınca, herkesi otobüslere doldurdular.

Son kez vatan havasını ciğerlerine kadar çektiler ve otobüslere doluştular.

Götürülecekleri yere varınca, otobüsten indirildiler, tekrardan yürümeye başladılar.

Sırtındaki yaralı çocuğunun çok kanaması vardı. Komşu kadın dedi ki, onun başını tekrardan iyice sar, yoksa çocuğunu kaybedersin. O da kucağındaki bebeğini komşusuna verdi.Başını sarmak için sırtındaki çocuğunu kucağına aldı.. Komşu kadın bir anda irkildi: “Bebek nerede, battaniyenin içi boş”.  Döndü geri baktı, ama ne yazık ki, hiç bir şey göremedi. Nerede düşürdüğünü hatırlayamadı. O kadar halsizdi ki, şuurunu toplayıp da bebeğini kimseye soramadı…

Tam bu sırada yabancı bayan gazeteci kucağında bir bebekle geldi. “Karların içinde bir bebek buldum. Kimin bu bebek” diye seslendi.

Yavrusunu kucağına aldı. Eli ayağı buz kesmişti bebeğin.

“Bizi götürüp beton bir yere doldurdular. Burası da bir bodrumdu ve çok soğuktu. Hepimiz tir tir titriyorduk. Çocuklar soğuktan donuyorlardı.  Açlıktan da ölüyorduk. Çocuklarımız yiyecek, içecek istiyorlardı. Onlar yağmaladıkları hayvanları pişirip yiyor, kemikleri de bizim önümüze atıyorlardı.

Sonra bir liste buldular. Bana da kocamın ne iş yaptığını sordular. Cevap verecek halim yoktu. Komşu kadınlar inşaatta işçidir dediler. Ben de evet işçidir dedim. Bunu demiştim ki, beni dövmeye başladılar. Neden yalan söylüyorsun. Kocan polistir dediler. Evimden aldıkları evraklarımızı, düğün fotoğraflarımızı suratıma çırptılar. Kalaşnikovla öyle bir vurdular ki, kulağım hala duymuyor.

Peki, çocuklara nasıl davranıyorlardı?..

Aklı erenleri vuruyorlardı. Benimkiler küçük olduğu için onları vurmuyorlardı, ama beni çok dövdüler. Yavrularıma zarar gelmesin diye beni vururken onları kenara itekliyordum. O darbeler o kadar ağırdı ki, çocuklarım ölebilirdi. Onlara zarar gelsin istemiyordum.

..Esirliğin ilk günü idi. Onlar aramızda geziyor. Herkesi tekmeliyor, kadınları boğazlayıp yukarıya kaldırıyor, dikkatlice inceledikten sonra bir kenara atıyorlardı. Başını babasının göğsüne dayayıp ağlayan bir yeniyetme(körpe) kızı zorla çekip babasının elinden alıp dövmeye başladılar. Kızcağız ağlıyor, babasından yardım istiyordu. Babasının kollarını arkadan bağlamışlardı. O da: Şerefsizler, ne işiniz var benim kızımla. O daha çocuk, bırakın onu. Ne işiniz varsa, benimle olsun diye bağırıyordu. İriyarı birisi yaklaşıp kızı döven arkadaşlarının elinden aldı. Eteğini başına geçirdi, çocuğu bodrumda olan kocaman masanın üzerine çırptı. Annesi ise kendi başına vura vura ağlıyor, kızını bırakmaları için onlara yalvarıyordu.

Esirler çocuklarının gözlerini ve kulaklarını kapatıp bu sahneyi görmelerini engellemek için uğraşıyorlardı. Ama ne yazık ki, tecavüz edilen kızcağızın BABA YARDIM ET naralarını duymamak mümkün değildi.

Baba çaresizdi, sadece ağlıyordu.Erkekler kafalarını duvara vurup ağlıyorlardı. Kadınlar çocuğu bırakması için hep beraber onlara yalvardık. Onlar daha da azgınlaştılar. Esirlerin arasında gezinip yüzünü çeviren her kesi dövüyor ve bu vahşet manzarayı izlemeye zorluyorlardı.

Kızcağıza tecavüz eden o iriyarı.. Cebinden bir bıçak çıkardı. Kızcağızın elbiselerini biraz daha yukarıya çekip yırttı. Çocuğun daha yeni oluşmaya başlamış göğüslerine ellerine aldı. Var gücü ile sıkmaya başladı:

– Hayır, hayır. Çok iyiler. Hoşuma gittiler dedi. Sonra da elindeki bıçakla kızın göğüslerini dibinden kesti.. Zavallı çocuk öyle bir bağırıyordu ki, yıllar geçse kulaklarımdan gitmez o ses. Ama bu sefer babasını yardıma çağırmıyor, sadece bağırıyordu. O iriyarı… Kestiği memeleri eline alıp masadan uzaklaştı. Onları bir top gibi elinde atıp tuttuktan sonra havaya fırlattı. Kesilmiş göğüsler tavana değip kızın babasının yüzüne çarptı. Adamın suratı kan içinde kaldı.

Esirlerin arasında daha dört yeniyetme kız aynı şeyi yaşadı.  Onları da masanın üzerine yatırdılar, tecavüz ettiler, göğüslerini kestiler.  Sonra o genç kızları sürüyüp götürdüler. Nereye götürdükleri, daha ne yaptıklarını kimse bilemedi…

Genç bayanlar da vardı. Çocuklar çoktu. Aramızda 2-3 aylık gelin olan, genç kadınlar da vardı. Onları seçip bizden ayırdılar. Hâlâ nerede yeya nasıl olduklarından kimsenin haberi yok. Yazık oldu o kızlarımıza. Biz toplam 67 kişi idik. Yolda donup ölenler, yaralananlar oldu. Kaç kişi değiştirildi, hiç bilmiyorum.

Bizi çok dövüyorlardı. Onlar günde iki kez bodruma geliyor, kadınları seçip erkeklerin gözleri önünde tecavüz ediyorlardı. Yüzünü çevirenleri daha kötü dövüyorlardı,  bakmaya zorluyorlardı: “Bakın, bakın. Yıllardır canınız kadın isteyince bizimkilerin yanına geliyordunuz. Şimdi sıra bizde.  Sizin kadınları ayağımıza kadar getirdik”, diye abuk subuk konuşuyorlardı.

Benim hâlâ kanamam vardı. Komutanları askerlere bağırdı: Bunu ne yapacağız. Bu pisliği niye getirdiniz! Ama beni çok, ama çok dövdüler.

O ilk göğüsleri kesilen kızın babasının kollarını arkadan bağladılar. Pantolonunu çıkarttılar. Kafasını duvara çırpıp, sonra arkadan vurmaya başladılar. Sonra ise tecavüz ettiler. Erkeklerin hepsine aynı işkenceyi yaptılar. Bizi de bu manzaraları izlemeye zorluyorlardı. tam bir felaket idi! Dille anlatılacak gibi değildi… Sürekli olarak; “siz erkek değilsiniz” diyorlardı”…

Aranızda sekiz aylık hamile bir kadın da vardı. Ona daha çok işkence yaptılar. Esirleri değiştirmeden önce onun karnını kestiler. Bebeğini çıkartıp yerine kedi yavrusu koydular. Bodrumdan aldılar onu, başka bir yere götürdüler. Aman Allah’ım! Nasıl bağırıyordu. Değişimden sonra onu ameliyat eden doktorun yüreği dayanamadı, öldü. Zaten kadını da kurtaramadılar. Kedi yavrusu rahmini parçalamıştı.

… Esirliğimizin üçüncü gününde bizi değiştireceklerini söylediler. Oturduğumuz yerden kalkacak gücümüz yoktu. Bizi döve döve dışarıya çıkarttılar. Herkes sürünüyordu. İşkenceden ölenlerle vedalaşıp, cesetleri bodrumda bırakıp çıktık.

Değişimden sonra onu hastaneye yatırmış tedaviye başlamışlar. Ama burada da şanssızlık onu bırakmamış.  Bir gün sonra odasına askerler gelmiş. Eşinin yaralandığını söylemişler. Onu alıp güya ziyaret için eşine götürmüşler. Ama eşi vurulmuş, şehit olmuştu…

Acıların çocuğu Günay bebek büyümüş.. 13 yaşı olunca aniden dili tutulmuş. Doktorlar “küçükken travma yaşadı mı” diye sormuşlar annesine.. Okula gidememiş ve yürüyemiyormuş da. 19 yaşında, 23 Mart 2011 tarihinde de vefat etmiş…

Sayın okur! Okudun demi bu yazıyı? Şimdi senden ricam:

  1. Tarih ve yıldan sonra mekân yerine Azerbaycan’ın Hocalı şehrini koy.
  2. Evlerinin bodrumunda saklanan insanlar yerine – Türkleri koy.
  3. Esirliğini anlatan kadının adının yerine Mehriban Bekirova’yı koy.
  4. Hocalı ’ya saldıranların (ben insan yazamadım) yerine Ermenileri koy.
  5. Esirleri götürdükleri şehrin yerine Hankendi’ni koy.
  6. Esirlerin resmini çeken ve kaybolmuş bebeği bulan gazetecinin adının yerine Rus gazeteci Viktoriya İvleva’yı koy.
  7. Şehit düşen polisin adının yerine Abdullah diye yaz ve bu yazıyı yeniden oku… Yani; bu hikaye uydurma değildir, tamamen gerçektir..

Türkiye Türkçesine Sadeleştiren Şeyda Nasibli.

Bunlar ilginizi çekebilir...

Bir yanıt yazın