Dünya nüfusunun yarısından fazlasını oluşturan kadınlar, tarih sahnesinde genel olarak Arka planda yer aldıkları gibi, tarihin arkaik yapısını oluşturmuş ve çoğu zaman tarihin konusu bile olamamışlardır. En iyi ihtimalle ; orta çağda binlerce kadın “cadı” suçlamasıyla öldürüldükleri veya tarihin gidişatını değiştirecek büyük olaylara yol açtıkları anlarda tarihin konusu sayılmışlardır. Kadınlar 20 ve 21. yüzyılın önemli tarihi aktörleri olarak zamanla mevcut durumlarını sorgulamaya başlamışlardır.
Michel Foucault tarihi, “iktidar ilişkileri çerçevesinde yaşanan olaylar ve anlatılar” olarak değerlendirmiştir. Böyle bir durumda insanlar tarih nezdinde istatistiki bilgilerden ibaret iken, istatistiklerde bile çoğu zaman kendilerine yer bulamayan kadınlar modernleşme süreci ile birlikte kendilerini konumlandırmış ve tarih sahnesinde kendilerine yer bulmuşlardır.
Temelde insanların kadın ve erkek konusundaki zihinsel matrislerini hedef alarak geleneksel norm ve düşünceleri sarsmayı amaçlayan feminist gruplar, toplumda mevcut olan kadınlar hakkındaki düşünce tarzında değişiklik yapmayı amaçlamıştır. Bu anlamıyla feminizm, kadın kimliği yönünde siyasal ve kültürel bir dönüşüm hareketidir.
Kadın olmak nedir? Kadın ve erkek olmanın kültürel süreçlerle ilişkisi nedir? Kadınların kendi yaşamları üzerindeki özgürlük sınırları nereye kadardır? Özgürlüğün sınırlarını belirleyen faktörler nelerdir? Feminist kuramcılar yıllardır bu soruları farklı perspektiflerden irdeleyerek cinsiyet hiyerarşisinin toplumsal düzen açısından ne tür sorunlar yaşatabileceğinin tahlilini yapmışlardır. Aslında kadınların aile ve toplumsal yaşamda ezilmişliği nasıl yaşadığını anlamak ve kadınlık hallerinin erkek iktidarı karşısında kültürel pratikleri dönüştürme çabaları feminist söylemlerin ortaya koyduğu görüşlerle birleşince kadınlar açısından bir kırılma noktasını oluşturmaktadır.
Ataerkil düzen içinde kadın olmak ve toplumsal ilişkileri kadınlık tanımları üzerinden götürmek birçok noktada tartışmaları da beraberinde getirmiştir. Bunlardan biri, kadının ev içinden başlayarak daha çok sıkıştırılmış mekânlarda tanımlanmaya çalışılması ve kadının ev içiyle sarmalanmış kültürel anlam kodlarıyla değersizleştirilmesidir. Bununla birlikte toplumun geleneksel yargılarından hareket ederek kişisel kimliğini inşa etmek durumunda kalan kadınlar,kendilerini hem özel alanda hem de kamusal alanda ötekileştirilmiş olarak tanımlamaktadır. Bir başka ifadeyle, ataerkil düzen içinde baskıyla yüz yüze kalan kadın, kendi belirlenmişliğinin ve sınırlandırılmışlığının tam tersi olarak iş yaşamına katılan, eğitim imkanlarından yararlanabilen, ev içi ve ev dışı alanda hayatının denetimini elinde tutan başka bir kadını bilmekte. Bu kadın karşısına kendisini yerleştirdiğinde de içinde bulunduğu topluma karşı kendini “öteki” olarak görmeye başlamaktadır. Bu cinsiyet ayrımı sosyal ve kültürel sermayeyle şekillendiğinde bu durum kadınlar açısından sembolik mücadelenin de çıkış noktası olacaktır.
Cinsiyet ilişkilerini tahlil eden ve bu ilişkilerin dönüştürülmesini hedefleyen feminist değerler dizisi (paradigma)nin temel iddiası, tezi, geleneksel toplum yapısından modern toplum yapısına geçişte kadının hem kamusal hem de özel alandaki yeri ve etkinliğinde bazı değişimler yaşanmış olduğu gerçeğine rağmen kadın-erkek ilişkilerini biçimlendiren ataerkil yapının hala varlığını devam ettirdiği sorunsalıdır. Böylelikle ataerkil düşünce yapısının bir ürünü olarak cinsiyet tanımlamalarının gündelik yaşam, eğitim sistemi, mesleki hayattaki kadına ilişkin rolleri tamamıyla ortadan kaldıramamış olması gerçeği ön plana çıkmaktadır. Geleneksel toplum yapsıı kadının sorumluluk sınırlarını çizerek onun yaşam alanlarını belirlemiştir. Bu belirlenmişlikle kadına yönelik cinsel kontrol özel alanda babanın ya da kocanın tekelindeyken kadının kamusal alanda görünmesiyle kontrol kamusal otoriteye geçmiştir.
Dolayısıyla, sosyolojik boyutta feminist yaklaşım kadınların ailedeki, siyasetteki ve iş alanındaki konumlarıyla ilgili geleneksel yaklaşıma eleştirel bir bakış açısı getirmiştir. Feminist söylemlere göre, kadına ilişkin belirlenmişlik erkeği kamusal alana çıkarırken kadını özel alan içinde bırakmaktadır. Özel alanın objesi olarak sunulan kadına ilişkin söylemler, kadının farklı sosyal, ekonomik ve kültürel yaşam alanlarına katılımı yönünde engeller yaratmaktadır. Bu engeller çoğunlukla, kadınların/kız çocuklarının eğitim imkanlarından mahrum bırakılması, iş yaşamına katılım konusunda daha çok enformel sektörlerde ucuz iş gücü olarak çalışmak zorunda kalması, erken yaş evlilikleri gibi süreçler şeklinde ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle, feminizm, kadının hep ikinci planda kalan, edilgen, güçsüz ve eksik kabul edilmesine karşı çıkar. Kadın kimliği, kadın erkek karşıtlığında hep olumsuz taraf olduğu için toplumun kadınlardan beklentileri de kadınlara öngörülen roller çerçevesinde olmuştur. Bu tür bir tartışma zemininin oluşmasında şüphesiz toplumun kadını nasıl tanımladığı gerçeği yatar.
Feminist eleştiri, kadınların gerçek yaşantılarıyla kendilerine sunulan temsiller arasındaki farkın kadınlar tarafından doğru bir şekilde tanımlanması gerektiği üzerinde durmaktadır. Feminist tartışmalar ışığında en sade şekilde insani özelliklere bağlı olarak kadınlar ve erkekler arasındaki doğuştan gelen biyolojik farka inanmak bir sorun teşkil etmemelidir. Asıl sorun duygu, düşünce, davranış, yetenek ve sahip olunan fırsatlar açısından standart ve durağan diyebileceğimiz bir kadınlık ve erkeklik farkının cinsiyetler arasındaki kategorik farklara ve bu farklılığın toplumsal pratiklere dönüşmesi gerçeğidir. Bunun için kadının kendini biçimlendiren şartlara, tecrübelerini katarak bir farkındalık yaratması sürecine bakmak gerekir. Denilebilir ki daha eşitlikçi toplumsal, kültürel ve ekonomik zemin üzerinde kadına, yaşamın her alanında kendi öznelliğini kurabileceği platformlar tanınmalı ve kadınlar toplumun değişim ve kendini yenileme dinamiklerinden beslenmelidir.
Not:Türkiye’deki feminizm denince akla Sabiha-Zekeriya Sertel gelir. Bknz:(https://tr.wikipedia.org/wiki/Sabiha_Sertel), (https://tr.wikipedia.org/wiki/Zekeriya_Sertel).