Fotoğraf- Dursun Ali Sarıkoç
Fırtına öncesi sessizlik bu. Duygular gayrimeşru sancılara gebe, hava alışılmamış buğusunda ve şeytanın kişneme seslerini bilmem işitiyor musunuz? Belki de tarihin en karanlık dönemindeyiz. Kanıt mı? Davranışlarımız. Hayır, efendim, tüm bildiklerinizi unutun her koyun kendi bacağından asılmıyor maalesef… Birinin hataları en çok etrafındakileri incitiyor ve bazen de seyirci kalmak en büyük yanlışlıklarımızdan biri oluyor. Bir olayı yapmamak veya neden olmamak sizce aklar mı bir kişiyi? Gözler, kulaklar, ağızlar niye var? Öylece suspus oturup söylenilenleri duymak istemiyorsak, olanlara vicdan gözümüzle şahitlikten kaçınıyorsak ve oldukça kahredici durumlarda yapılanların ahlaki olup olmadığını düşünmüyorsak akıl başta neye yarar! Var olsun üç maymun, sen çok yaşa üç maymun varlığın ne güzel… Görüp de görmemek, işitip de susmak. Duymadım deyip kaçmak.
Daha ne kadar ahmakça yaşayıp, daha ne kadar göz yumacağız küçük yaşata ki kızların gelin olmalarına, ne zaman insanlığımızın gerçekten emrettiğinin farkına varıp utanacağız? Ufacık parmakta yüzük masum gözlerdeki yaş, hepimiz olmuşuz birer vurdumduymaz. İnsanlıktan nutuklar atıp yataklarımızda huzurla uyuyacak kadar duyarsız ve bana dokunmayan yılan bin yaşasın diye düşünecek kadar pasif olmuşuz yaşamdan. Hepimiz günahkârız ve hepimiz davranışlarımızla sebebiyiz yaşananların; Çünkü tüm çığlıklara set olurken vicdansızlığımız, dilimizde bir ölünün suskunluğunda…
Ah Anadolum… Sayısız medeniyete beşiklik yaptın. Ama şimdi dağlarında körpe kızların ağıtları yankılanan memleketim, taşın toprağın altın olsa neye yarar? Koynundaki insanının ettiğinden haberin var mı? Bu öyle bir utançtır ki; Toprağını yağmura yüzünü güneşe hasret bırakır… Söyle de dile gelsin Fırat’ın, Dicle’n: anlatsın hesabını versin sularındaki cansız on beşliklerinin… Söyle de anlatsın yıldızların gecedeki serzenişleri, onlar şahittir bir babanın bir evlada zulmüne. Gündüz ağacında sarkarken bir kızın cansız bedeni, sen bari bizler gibi seyircisi olma bu dramın. Kov bizi bağrından.
Oyun çağındaki kız çocukları eşya gibi satılırken, kendinden onlarca yaş büyük biriyle evlendirilirken hepimiz suçluyuz. Günü geldi Hrant olduk, günü geldi Birand ama ne Ayşe olduk ne de Fatma… Yani, hiç sahip çıkmadık kızlarımıza… Ya verilen adreste zamanından geç olduk, ya da doğru zamanda doğru yerde hiç olmadık. Gözlerindeki yaşlar sağanak sağanak düşerken yüzlerine, yalnızlıklarına mahkûm ediyoruz… Hani derler ya olaya Fransız olmak… Tamda böyle bir şey, kanayan yaralarımıza ağlayan yüreklerimize yabancı olduk. Ne göründüğümüz gibi olmayı ne de olduğumuz gibi görünmeyi başarabildik hayatta. En kötüsü de nedir bilir misiniz? Ülkemizin toprağını sahiplendiğimiz kadar yavrularını da sahiplenemedik. Güneydeki kuzeydekinin yarasını saramaz, batısı doğudan bihaber.
Şimdi bu kader mi, alın yazısı mı? Yoksa cahil yazısı mıdır?
Bir baba bir ana evladını kaç kez öldürebilir? Mesela yaşadığı her gün, her saat, her dakika… Bu kadersizliği yaşayan kızlarımızın aldığı her nefes bir hançerin keskinliğinde… Ölür ölür, dirilirler. Daha dün Mehmet amcası bir bakarsın ödemiş bedelini almış helalini, parayı veren düdüğü çalar misali… Şimdi sormam gerekir, hangi kitaptan alıntıdır böylesine sapıklık?
Bu günümüz dünümüze hasret, dünümüz de tarihimize. Savaşta düşmana merhamet gösteren ecdadın torunu, kızının imdadına sessiz ve bizi en çok utandırması gereken konu. İşte bu yüzden, hatta sırf bu yüzden karşı çıkmalıyız böyle aptallığa. Tüm gücümüzle avazımız çıktığı kadar yalan diye haykırmalıyız. “Töre” nin böyle bir saçmalığa makyaj olmaması için nefesimiz tükeninceye kadar, milleti derin uykusundan uyandırmalıyız. Dayanağı töre olmuş usulsüzlüğün, töreyi öne sürerek insanlar katil olmuş, öldürür olmuş küçücük kızları, töre hırsızlığa alet edilmiş daha beşiğinde çalıvermiş yaşamlarını… Kısacası namussuzluğun kılıfı töre olmuş! Binlerce yıllık birikimi olan gelenekler bütünü töre de katledilmiş böylece. Göktürkler, Uygurlar ve nice Türk devleti törelerle yüzyıllarca yönetildi. Hatun hakandan değerli, kız erkekten yaman idi. Töre töreliğinden utanır belki de; ama biz insanlığımızdan utanmayız.
Biran önce silkinmemiz kendimize gelmemiz gerek. Tıpkı kışın ardından gelen bahar gibi filizlendirmeliyiz umutları. Yaşamın kolay kolay bitmeyeceğini her şeye rağmen hayatın afakında sakladığı gülücüklerini gün yüzüne çıkarmalıyız. Vicdanımızın sesini işitmemiz için bundan güzel sebep olamaz. Coğrafyamızın türküleri, ezgileri kadının kıymetini yere göğe sığdıramazken bizlerin ecdadın şanlı bayrağını layığıyla taşımamız ve biran önce kız çocuklarımıza gereken kıymeti vermemizin zamanı gelmedi mi sizce de? Bozkırın tezenesi(Neşet Ertaş)canını Zahide’sine kurban etmeye her daim hazır iken, bizler Zahide’leri babası yaşındaki kişilere daha çocukken bir şeyler karşılığında kurban mı edeceğiz? Ey vatan için toprağa düşmüş Ataların torunları, onlar bir hilal uğruna güneş gibi batarken, kız erkek ayrımı yapmadan daha mutlu, daha özgür yaşayalım diye kanlarıyla toprağı ıslatmadılar mı? Ah gerçekten acınası durumdayız. Çabuk unutuldu 93 harbindeki nene hatunun dillere destan savunması, Tomris hatun, Hayme Ana. Yüzyıllar önce belki de bir erkeğin yapamayacağı müdafaaları yaptılar, toy açıp toy kapattılar… Aslında bakarsanız arşivlerimizde böyle pek çok hikâye varken şimdi nasıl olur da bizlerin gözünde kadınlarımızın veya kızlarımızın zerrece değerleri olmaz?
Ve alın bir hikâye daha;
Kastamonu’nun erkeği cephede süngü süngüye ölüm kalım savaşı verirken arkasında bıraktığı eşi, bacısı, anası da imece usulü ile İnebolu’dan cephaneyi Ankara’ya taşıyordu. Kastamonu Seydilerli Şerife Bacı da bu analardan sadece birisidir. 1921 Aralık ayında Şerife Bacı da diğerleri gibi İnebolu’dan aldığı cephaneyi Kastamonu’ya taşımaktadır. Hava buz gibi, sürekli yağan kar nedeniyle, kağnıların yarısı yolda kalmıştır. Kağnısına koşulu öküzler birlikte kendisi ve bebeği aç ama inatla yola devam eder. Sırtında çocuğu, kağnıda cephane vardır. Cephanenin üstünü samanla örtmüştür. Çocuğunu otların içine bırakır üstündeki battaniyeyi de örter üstüne. Hem cephanenin hem de çocuğunun Onların ıslanmaması, donmaması gerekir. Bu şekilde Kastamonu Kışlası önüne kadar gelmiştir. İnebolu limanından aldığı cephane yerine ulaşmıştır. Sabah olduğunda çocuk sesi ile kağnının olduğu yere gelen askerler Şerife bacının donarak şehit olmuş bedeni ile karşılaşırlar. Çocuğu ve cephane kurtulmuştur. İlerde vatanda kurtulacaktır ama Şerife Bacı şehit olmuştur. O ve diğerleri… Türk kadınının kahramanlıklarının sembolü olmuşlardır. Bu vatan onlar sayesinde kurtulmuştur.
Ey analar bu vatan sizin sayenizde kurtarıldı ve nasıl olurda geleceğin Şerife bacıları, cevherleri olan kızlarınızı gözden çıkarmışsınız ve bu da yetmezmiş gibi kendi ellerinizle diri diri toprak altına gömmektesiniz. Onlara kardelen olmayı öğretmek varken çığdan farksız düşüncelerin altında ezilmelerine seyirci kalmaktan başka ne yaptık bu güne kadar? Kızlarını daha küçükken evlendiren annelere babalara sesleniyorum;
Eğer sizin sevmeniz, sahiplenmeniz böyle ise yapmayın. Bırakın özgürce yaşasınlar hayatlarını ve eğer İlle de bir şeyleri sahiplenecekseniz, Gökyüzünü sahiplenin, güneşi, ayı ve yıldızları… Demem o ki uzak olsun sevginiz çocuklarınızın teninden, zaten öylede sevgi olmaz. Kirpi yavrusunu pamuğum diye severken ya bizler ne diye seviyoruz? Bir hayvanın içgüdüsüyle yavrusunu sarıp sarmalarken bizler aklımızla neden çocuklarımızı öteler olmuşuz? Ve utancımızı da hiç üşenmeden başka utançlarımızla kapatmaya, üzerini örtmeye çalışıyoruz. Mesela yasal dayanağı olmayan, yaşı küçük olduğu için kanun önünde evlenmesi meşru olmayan sapıklığı maalesef dini nikâhla meşrulaştırmaya çalışanlar var. Daha neler neler… Allah bizi doğru yoldan gidenlerden eylesin. Herkes emin olsun ki kim bu dünyada ne yaparsa bırakın zerresini, öte tarafta misliyle alır… Ne ekersek, hasat vaktinde de onları biçeceğiz. Dünyayı büyük sansak da aslında insanoğlunun elinde şekillenecek kadar küçüktür. Yaşanılacak bir dünya için haydi, hep birlikte kızlarımıza omuz verelim, onların birer çiçek olduğunu unutmayalım, özgürce yaşatalım, sevgimizle sulayalım ve günlerine güneş, gecelerine yıldız olalım. Merhametimizin ışıltısında uyusunlar. Başta dert olmadan hissedelim var olmanın tadını. Tıpkı şairin mısralarındaki gibi; Memleket isteyelim,
Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun;
Olursa bir şikâyet ölümden olsun.
Yani herkes hayal ettiği hayatı yaşasın. Benim ülkemde sevgi, aşk, vuslat olsun. Çocuk bıkıncaya kadar çocuk olsun… Gözler ağlamaya hasret kalsın ve seven sevgiliye;
Ne hasta bekler sabahı,
Ne taze ölüyü mezar.
Ne de şeytan, bir günahı,
Seni beklediğim kadar.
Dizeleriyle seslenirken yaşı reşit ve eşit yaşıt olsun ve Aziz Nesin’in şu cümlelerini unutmayalım;
Bir kadına ne verirseniz verin, onu daha da büyük hale getirir…
Ona sperm verirseniz, size bir çocuk verir;
Ona bir ev verirsiniz, size bir yuva verir;
Ona sebze verirsiniz, size yemek verir.
Ona bir gülücük verirsiniz, size kalbini verir.
Ona bir şarkı söyleyin, size Konser verir,
Kendisine verileni çarpıp çoğaltarak geri verir.
Bu yüzden ona çamur atarsanız,
Karşılığında bir bataklıkta boğulmaya hazır olun…’’
Hatırlatmak isterim…