İnsanoğlu tarih boyunca her zaman sahip olmadığını düşündüğü şeylere sahip olmaya çalışmıştır. Aslında biraz boyutsal olarak baktığımızda bu sahip olma isteğinin insanın yokluk hissinden kaynaklandığını da görebiliriz. Bu konular üzerine binlerce yazılar yazılıp ya da fikirler paylaşılmıştır. Ancak bu kavramlara bakıldığında neden böyle düşünüldüğünü ya da neden böyle isteklerimiz olduğunu anlamaya çalıştık mı bilemiyorum.
Mesela hayatımız boyunca kendimizi her zaman bulunduğumuz durumdan daha farklı duruma getirmeye çalıştık. Aslında bu isteklerin nedeninin zihnimizin EGO’sal bir oyunu olduğunu anlamamız bizde oldukça fazla bir farkındalığı da beraberinde getirir.
Çünkü egosal oyunun içinde; zihnimiz sanki sahip değilmişiz gibi düşünerek o anda sahiplenme isteğini oluşturmaya başlar. Onaylanmaya, kabul görülmeye, iyi olmaya, doğru davranmaya, enerjimizi yükseltmeye, kaliteli olmaya… vb. gibi… Zihnin bu dünyadaki realitesini yaşayabilmesi için oynadığı bir oyun olduğunu fark etmek, uzun süredir uyuduğumuz bir uykudan uyanmak gibi olur.
Esasında bunun tek sebebi her ne istiyorsak olmadığımızı hissettiğimiz için. Halbuki zaten var olanın içinde tüm mükemmelliğiyle her şeyle bir olduğumuzu fark edebilirsek, yoksunluk duyduğumuz şeylere de sahip olma çabasından da vazgeçebiliriz.
Lineer zaman içinde var olmanın ötesinde sahip olmayı, üstün olmayı iyi ya da kötü olmayı kendi zihin ürünümüz olsun ya da olmasın ahlaki değerlere sıkı sıkı tutunmayı ve zaman kavramının içinde kurban rolünü oynamanın da bir aldatmaca olduğunu da görebiliriz.
Unutmanın ve zihnin koşullanmasında oynadığımız oyunun bir parçası da kazanma çabası maalesef. “Neyi? Nasıl? Ne şekilde?” yaptığımız gibi. Bu tatmin duygusu o an için egonun da içine olduğu geçici bir mutluluk verebiliyor elbette. Halbuki zaten yoksunluk duygusundan özgürleştiğimiz zaman böyle bir çabamız da olmayacak doğal olarak.
Bir de arzu ettiğimiz bir şeyin gelmesini istiyoruz mesela, “mutluluk” ya da bolluk gelsin bizi bulsun diyoruz. Ya da sağlık istiyoruz. İşte burada niyet ettiğimiz bu durumları sanki bunlar bizim dışımızda varmışlar gibi bir algı yaratıyoruz ki; O zaman çok güçlü olan ilkel benliğimiz bilinçaltımız tarafından doğru ile yanlışı ayırt etmediği için niyetlerimizi, düşünce kalıplarımızı, duygularımızı olduğu gibi kabul edip bizim gerçekliğimizi de oluşturmaya başlıyor o anda. Böyle bir yanılgıya düştüğümüzde ne olduğumuzu düşünürsek gerçek olan da bu oluyor. Her şeyin kaynağı bizsek istediğimiz her ne ise onun da içimizde olduğunu idrak edebilmek ve o şeyin oluşmasına izin vermek, kendimizle ilgili dönüşümü de başlatabiliyor. Bu şekilde zaten olmadığımızı düşündüğümüz şeyin aslında bizim içimizde var olduğunu da görebiliyoruz.
Tabii bu hislerimizin her zaman kader adı altında ruhsal boyutta yine kendimizin yaptığını ve amacımızın, yaptığımız seçimleri fark ederek, yine bu durumu kendimizin yarattığını ve bunun sadece bir oyundan ibaret olduğunu hatırlayabilmek.
Aslında çok karmaşık gibi gelse de çok basit bir gerçeklik bu anlattıklarım. Her şeyle ve bütünle var olduğumuzu idrak edebilmek. Kabulleniş, biliş, idrak, farkındalık, uyanış, OL’mak… tüm bu değişimin nedeninin kaynağımızın yine bizden bize yansıdığını görebilmek…
Her şeyle ve hiçlikle var olduğumuzu idrak edebilmek.
Bunun sonucunda iyi olmaya, güzel olmaya, dürüst olmaya çalışmamaya başlıyoruz. Çünkü zaten bütünün içindeysek bütünün içinde bu kavramlar da var olduğu için hepsiyle var OL’duğumuzu görebiliyoruz.
Artık zihnin bir oyunu olarak hissettiğimiz ve yoksunluk duyduğumuz şeyleri de elde etmeye çalışmıyoruz ve böylelikle iyi olmadığımızı düşünmediğimiz için de iyi olmaya çalışmıyoruz. Ya da fakir olduğumuzu düşünmediğimiz için zengin olmaya çalışmıyoruz. Böylelikle neysek O olduğumuzu kabul ederek sahip olmak yerine OL’mayı seçebiliyoruz.