Zümrüt yeşili ova cıvıl cıvıl, ışıl ışıl günler geçiriyordu. Bahar güneşi üzerine çiğ düşmüş taze çimenlerin, yumuşacık pembe tüyleri su damlacıklarıyla süslü deve dikenlerinin, miskinliği üzerinden atmaya çalışan uğurböceklerinin, geceden sabaha karınları iyice acıktığından ciyak ciyak bağıran karatavuk yavrularının, derenin, dere kenarındaki sazların, nazlı nazlı salınan salkım söğüdün, kuşların, ağaçların, mavi gökte gezintiye çıkmış küçük beyaz bulut kümelerinin üzerinde geziyor; hatta danaburnu ve karınca yuvalarının içlerine kadar uzanıyor, bütün tabiata bir canlılık, bir hareket, bir ferahlık, bir güzellik veriyordu. Kuşluk vakti geçerken otların, çiçeklerin, yaprakların üzerindeki çiğ damlaları buharlaşmaya başlıyor, o vakit bütün ovayı buğulu ışıltılar arasında yumuşacık bir hava sarıp sarmalıyordu. Balarıları o saatlerde kovanlarından dışarı çıkıyor, vızıltıları her yanı kaplıyordu. Öğle vakti ortalık sakinleşiyor, durgunlaşıyor, sanki bütün tabiat halkı dinlenmeye çekiliyordu. Ama güneş akşam ufkuna doğru boynunu büktüğünde yeniden canlanıyordu tabiat. Serçeler diken hömeklerinin arasından fırlayıp sık yapraklarıyla derin gölgeler oluşturan ağaçların dallarına tünüyor, seslerini duyanları çıldırtan gevezeliklerini ve tabiat halkını çekiştiren dedikodularını orada sürdürüyorlardı. Biraz sonra hep birlikte havaya fırlayıp yükseklere uçuyor, hızla aşağı dönüyor, çalıların arasında kayboluveriyorlardı.
Tabiat halkının ovadaki canlı, neşeli, cıvıltılı günlerine Bahar Sultan’ın eğlenceleri de renk katıyordu. Zorlu kışı alt edip tabiatı ışıl ışıl çiçeklerle donatan Bahar Sultan, kazandığı zaferin sarhoşluğu ile eğlenceye dalmış, bir gün dere kenarındaki söğütlükte, bir gün rengârenk çiçeklerin süslediği çayırlıkta eğlenceden eğlenceye koşuyordu. Yoldaşı kırk ince kız onu bir an bile yalnız bırakmıyor, etrafı renk cümbüşüne boğan çiçekler onlara eşlik ediyordu. Sazlar çalıyor, şarkılar söyleniyor, danslar ediliyor, gülüşmeler, kahkahalar göklere yükseliyordu.
İnsanlar ise daha baharın ilk günlerinde dere boylarındaki çadırlarını sökmüş, eşyalarını develere, atlara yüklemiş, koyun-keçi sürülerini önlerine katıp bol otlu, kekik-yavşan kokulu yüksek yaylalara göçmüşlerdi.
Baharın zaferi Kış Hükümdarını dağın zirvesine adeta hapsetmişti. Tabiat üzerinde kuracağı saltanatın hayali içindeki Kış, casuslarını etrafa salmış, yeni bir karşılaşmanın hazırlıklarına girişmişti.
Zaman hızla geçti. Günler günleri kovaladı. Kır çiçeklerinin ışıltısı yaz güneşinin yakıcı sıcaklığına karışıp kaybolmaya başlamıştı. Baharın ferahlatan kokularını oradan oraya taşıyan Sabah Yeli yüksekçe bir tepeye çekilmiş, koca meşenin gölgesinde miskinlik ediyordu. Rengârenk çiçeklere ulaşmak ümidiyle kovanlarından çıkan arılar her gün daha uzaklara kanat çırpmak zorunda kalıyorlardı. Gevezelikleriyle diğer kuşları çileden çıkaran serçeler bile susmuş, çalıların-dikenlerin arasından başlarını uzatmaz olmuşlardı. Ovanın sakinliği akşamüzerleri biraz canlanıyordu. Mavi gökte oradan oraya birbiriyle yarışan, birbirini kovalayan kırlangıçların çığlıkları yankılanıyordu. Ağaçların göz alıcı yeşillikteki yaprakları sonbaharın aldatıcı canlılığıyla parlak sarı renklere bürünmüş, yüksek yerlerdekiler ise parlaklığını kaybedip kızıla, kahverengine dönüşmekteydi.
Bahar Sultan’ın bir Nevruz günü, insanları evlerine, bitkileri toprağa sığınmaya mecbur eden Kış Hükümdarını yenmesinin ardından başlayan eğlencenin ardı arkası gelmiyordu. Ancak baharın o ferahlatan aydınlık günlerini yaz mevsiminin sarı sıcakları takip etmiş, ardından gençliği geride bırakanların saçlarına yağan kırağı gibi, çimenler sararmış, çiçekler solmuş, ağaçların yaprakları renk değiştirip birer ikişer dökülmeye başlamıştı.
Bahar Sultanın evlilik çağında bir kızı vardı. Ece… Kış Hükümdarının da aynı yaşlarda bir oğlu vardı. Berke… O bahar cemre bu iki gencin kalbine düşmüştü. Nevruz eğlencelerinin birinde birbirlerini görmüşler, sevmişler, gizli gizli buluşmaya başlamışlardı. Buluşmalarında birbirlerine tatlı nağmeler mırıldanıyorlar, tabiatın güzelliğine sevgilerinin samimiyetini katıyorlar, çiçek bahçelerine karışıp kendileri de çiçek oluyorlardı adeta.
Buluşma yerleri dere kenarındaki salkım söğütlerin altıydı. Nazlı nazlı salınan sazların, buğulanıp yükselen dere suyunun kenarında, uçuşan böcekleri yakalamaya çalışan balıkları seyrederek, korkuyla vıraklayıp suya atlayan kurbağalara gülerek yavaş yavaş yürüyorlardı. Kalabalıktan çıkıp meraklı bakışlardan uzaklaştıklarında bakışları birbirine dönüyor, işte o zaman ikisinin de yüzü al al oluyor, yirmişer kadeh kımız içmiş gibi esriyorlar, başları dönüyordu. Ece’nin ılık ve okşayıcı sesi bahar yeli gibi bütün benliğin sarıyordu Berke’nin. Suyun ışıltısı ela gözlerinden yansıyor, Berke’nin yüreğini yakan bir ateş olup dilinden dökülüyordu.
“Bu bahar cemreler kalbime düştü
Gönlümdeki buzlar eridi aktı
Ela gözlerinden aydın bakışlar
Yüreğimde sönmez bir ateş yaktı…”
Yüreklerine düşen aşk ateşi bazen şarkı olup mırıldanıyor, bazen şiir olup mısralara dökülüyordu.
“Baharın güllerini dermekteyiz biz
Gün güne sevdaya ermekteyiz biz
Kış günü çıktığımız aşk seferinden
Yazın ateşiyle dönmekteyiz biz…”
Sohbetlerinde zaman zaman, Ece, annesi Bahar Sultanın geleceği düşünmeyişinden, sonu gelmez eğlence meclislerinden duyduğu sıkıntıyı dile getiriyor, Berke ise babasının zorlu kış günlerinde sergilediği zalimliklere tepki gösteriyordu. İki sevgili tozpembe hayaller içinde günlerini geçirirken gizliden gizliye onları izleyen bir casusun varlığından haberli değillerdi.
Bahar Sultanın Nevruz günü kazandığı zaferin ardından Kış Hükümdarı ve etrafındaki yoldaşları yeni bir karşılaşmanın hazırlığına girişmişlerdi. Bunun için Bahar Sultan ve etrafındakileri dikkatle takip ediyorlar, görevlendirdikleri casuslardan sürekli bilgi alıyorlardı. İşte bu casuslardan biri, Karayel, Berke ile Ece arasındaki yakınlaşmayı fark etmişti. Onun getirdiği bilgiler Kış Hükümdarının meclisinde tartışılıyordu. İki sevgilinin birbiriyle konuşurken Berke’nin babası hakkında sarf ettiği sözler kıskanç yoldaşlar tarafından abartılıyor, babayla oğul arasına düşmanlık tohumları atılıyordu. Yoldaşlardan biri Kış Hükümdarını oğluna karşı kışkırtmaya başladı. Sevgililerin kendi aralarındaki konuşmalardan örnekler gösterip oğlunun babasına karşı hainliklere girişeceğini ileri sürdü. Böyle bir hıyanetle baş etmesinin çok zor olacağını, onu ilk fırsatta öldürmesi gerektiğini söyledi. Yoldaşlardan bir kısmı sessiz kalırken bazıları da bu fesatlığa destek verdiler.
Kış Hükümdarı, söylenenlerden etkilenmişti. Oğlunu öldürmeye karar verdi. Kırk yoldaşını ve Berke’yi alarak geyiklerin, tavşanların, çeşit çeşit av kuşlarının kaynaştığı avlakta ava çıktı. Köpekler ağaç diplerindeki tavşanları, çalılıklara saklanmış keklikleri ürkütüp kaçırıyor, avcılar da önlerine çıkan hayvanları oklarıyla vuruyorlardı.
Köpek havlamalarıyla, kuş ötüşleriyle sürüp giden avın hengâmesi arasında Kış Hükümdarı kararını gerçekleştirmek için yayına davrandı. Kendisinden biraz ileride duran oğlunun kürek kemiklerinin ortasına nişan aldı. Berke, okun girmesiyle neye uğradığını şaşırdı. Önce ayaklarındaki derman kesildi. Dizlerinin üzerine çöktü, sonra yere yığıldı. Kış Hükümdarı, gergin bir yüzle yüzükoyun yere yığılan oğluna baktı. Atının dizginini çevirip dağın tepesindeki otağına doğru yöneldi. Yoldaşları da onu izlediler. Hiçbir şeyden haberi olmayan oğlanı sırtının ortasına saplanmış ok ile orada, ağaçların altında, sakince akan derenin kenarında bıraktılar. Yaradan sızan kanı gören kuzgunlar oğlanın üzerine konmak için uçuştular. Berke’nin iki sevimli av köpeği sahiplerini korumak için oradan oraya koşturdular, ona yaklaşan kargaları kovaladılar.
Ormana çöken derin sessizliğe saksağanların keskin bağrışmaları karıştı. Serçelerin geveze ötüşleri yerini, aralarında konuşuyormuşçasına bir mırıltıya bıraktı. Hızlı adımlarla yürüyen bir atın ayak sesleri duyuldu. Oğulcuk sırtına saplanan okun verdiği derin ıstırapla inliyordu. İçindeki korku gözlerinden fışkırıyordu adeta. Berke’nin yüzüne bakan herhangi biri, delikanlının gözlerine yansıyan ölüm korkusunu, çektiği ıstırabı ve yaşama arzusunu kendi yüreğinin ta dibinde hissedebilirdi. Atın ayak sesleri yaklaşıp durdu. Berke seslerin geldiği tarafa doğru kafasını zorlukla çevirdi. Gelen atlı boz renkli atından atlayıp hızlıca yaralıya yaklaştı. Önce okun girdiği yere, sonra yaralının yüzüne baktı. Berke onu tanımıştı. Umutsuzdu. Orada acılar içinde kıvranırken bu dünyada yok olan umudunu ölümünden sonraya bağlamıştı. Zorlukla işitilen bir mırıltıyla dudakları kıpırdandı.
“Bir kayın ağacı uzasın yanı başımda
Kökleri sarıp sarmalasın bedenimi
Yükselsin dalları yüceliklere
Sisler arasından varlığa varsın…”
Yolcu umut veren bakışlarla onu süzerken Berke mırıldanmaya devam etti.
“Her bahar şölene dönsün yapraklar
Gün doğarken selamlayıp parlak güneşi
Yeşil tüllerinden geçirsinler de
Billur şuleleri sersin üstüme…”
“Korkma oğul, sana bu yaradan ölüm yok. Dağ çiçeği ile anne sütü senin merhemindir” dedi gelen yolcu. Berke zorlukla ama inatla sürdürdü sözlerini.
“Sergilesin bütün hünerlerini
Renkten renge girsin düşmeden önce
Sarıdan kızıla, yeşilden mora
Kapatsın üstümü renk cümbüşüyle…”
Berke bitkinliğin son sınırında gezerken yolcu kararlı bir şekilde saplanmış oku kavradı, hızla çekip çıkardı, elleriyle yarasını sıvazladı. Yaralının gözlerine gülümseyen, umut ışıklarını yüreğinin derinlerine yerleştiren bir bakışla baktı. Atına atladı, sakin akan derenin kenarından sürüp bir anda gözden kayboldu. Berke onun ardından bakarken aslında hiçbir şey görmüyor, iç âlemindeki yolculuğu devam ediyordu.
“Ve ben sarılayım kılcal köklere
Her bahar dallara su yürüyende
Ben de yürüyeyim gövdeden uca
Selamlayıp günü erken vakitte
Karışayım bahar bulutlarına…”
“Döküleyim damla damla yağmur olup da
Buluşayım Ece ile cennet pınarlarında…”
…
Kış Hükümdarının otağında endişeli konuşmalar geçmekteydi. Oğulcuğun annesi kocasını sıkıştırıyor, oğlunun neden onlarla birlikte dönmediğini sorup duruyordu. Daha fazla dayanamadı. Görkemli çadırdan endişeyle dışarı fırladı. Atına binerken yardımcısı kırk kızdan birkaçının adını seslendi. Onlar da atlarına atlayıp avlak tarafına doğru hızla at sürdüler. Akşam güneşi avlaktaki kayın ağaçlarının sararan yapraklarını göz kamaştıran ışıltılara boğuyordu. Nazlı nazlı akan derenin kenarına geldiklerinde atlarını yavaşlattılar. Her biri bir tarafa yöneldiler. Sabahleyin yapılan avın izleri dikkat çekiyordu. Patikalara yığılmış gazeller atların ayakları altında ezilmiş, kara toprak ortaya çıkmıştı çoğu yerde.
Önden giden kızlardan birinin çığlığı duyuldu. “Buldum, buldum” diye bağırıyordu. Atını mahmuzlayan anne hızla oğlunun yanına geldi. Atından atlayıp oğluna sarıldı. “Oğlum, oğlum… Kim kıydı sana? Kim yaptı bu hainliği, gözümün bebeği oğul…” diyerek ağladı. Annesinin gözlerine korkuyla ve ümitle baktı oğlu. Mecalsiz dudaklarından annesine sevgi sözleri döküldü. Tanrı’ya şükretti. “Boz atlı Hızır geldi anne” dedi. “Sana bu yaradan ölüm yok, anne sütü ile dağ çiçeğinden yapacağın merhem seni iyileştirecek” diye müjde verdi.
Oğulcuğun yarasını temiz bezlerle sardılar. Onun için getirdikleri ata dikkatlice bindirip otağa doğru yola çıktılar. Ormandan çıktıklarında kızlar dağ çiçeği toplamak için etrafa dağıldılar. Kış Hükümdarının otağına ellerinde demet demet, renk renk, çeşit çeşit çiçeklerle döndüler. Oğlan rahat bir yatağa yatırılmış, sırtına saplanan okun verdiği ıstırap biraz dinmiş, uykuya dalmıştı. Annesi hışımla yanından ayrıldı. Kocasının karşısına dikildi. Kış Hükümdarı otağında, çadırın girişinin tam karşısındaki gösterişli tahtında düşünceye dalmış, oturuyordu. “Nasıl bırakırsın oğlumuzu öylece? Neden aramazsın av dönüşü onu? Neden sormazsın oğulcuğum nerede diye?” Oğlunu öz babasının vurmuş olabileceği aklının ucuna dahi gelmiyordu kadının. Kocasının sebep olanları aramayışına, bulmayışına hayret ediyordu sadece. “Kim okladı oğlumuzu? Kim yaptı bu hainliği? Neden aramazsın, neden bulmazsın bu haini!” Kış hükümdarı eşinin yüzüne anlamsızca baktı. Ağzından bir kelime bile çıkmıyordu. Bakışlarını sağa sola kaçırıyor, bir şey söylemeye çalışıyor, söyleyemiyordu. Kadın soran gözlerle dolanıyordu otağın içinde. Dönüp dolaşıp kocasının yüzüne bakıyor, ancak soruları cevapsız kalıyordu. Sessizlik arttıkça ana yüreğinde bir şüphe belirdi. Kalbinden bir “yoksa?” geçti. Sonra diline doğru hareketlendi bu şüphe. “Yoksa” dedi kocasına dönerek, “yoksa sen mi yaptırdın bunu!” Gözlerinden ateş çıkıyordu adeta. “Sen mi yaptırdın, söyle!” Kış Hükümdarı hışımla doğruldu. “Ne çok soruyorsun. Neden didikleyip duruyorsun… Senin oğlun… Senin oğlun, bir hain… En büyük düşmanımla işbirliği yapan bir hain…” Kadın kocasının yüzüne sınırsız bir öfkeyle baktı. Kızgınlığından ne diyeceğini şaşırdı. “Sen” dedi, “sen, zalimsin!” Aynı kızgınlıkla otağı terk etti.
Koca meşenin gölgesinde mesken tutan Sabah Yeli, zaman zaman dağın zirvelerine doğru gidip Kış Hükümdarının otağında neler olup bittiğine bakıyordu. Etrafı böylece kolaçan ederken Kış Hükümdarının oğlunun yaralı halde otağa getirildiğini görmüş, konuşmalara kulak kabartmış, gördüklerini-duyduklarını Bahar Sultana bildirmişti. Bahar Sultan otağı daha yakından takip etmesini tembihleyip onu gönderdi. Sabah Yeli gizlice otağa yaklaştı. Giriş kapısının karşısındaki çalıların arasına gizlenip olacakları gözetlemeye devam etti.
Kış Hükümdarı ne yapacağını bilemez halde otağın içinde dolanıyordu. Sonra bağırarak yoldaşlarını yanına çağırdı. Bahar Sultana karşı yapacakları seferin son hazırlıklarına giriştiler. Yardımcı kuvvetlere haber salındı.
Sonraki sabah hazırlıklar tamamlanmıştı. Kara bulutlar yıldırımları, şimşekleri alarak otağın üzerinde toplandılar. Kuzeyin en şiddetli, en soğuk rüzgârları savaş düzeninde gelip dizildiler. İliklere işleyen soğuk yüzüyle Bora kuzeydoğudan, aynı sertlikle Karayel kuzeybatıdan kar bulutlarını toplayıp getirmişti. Yazın bunaltıcı sıcaklarını bir nebze serinleten Yıldız taraf değiştirmiş, o da Kış Hükümdarının saflarında yerini almıştı. Otağın girişinde sıralanan soğuk kuvvetler Hükümdarın emrini bekliyordu. Kış Hükümdarı heybetli adımlarla görkemli çadırından çıktı. Yoldaşları da onun peşi sıra otağdan çıkıp iki yanına dizildiler. Hükümdar, Bahar Sultanın üzerine yapılacak yeni bir seferin heyecanıyla kıpırdanıp duran soğuk kuvvetlerin komutanlarıyla teker teker göz göze geldi. “Dağların doruklarındaki sürgünümüz sona erdi. İşte yine bütün dünyaya hâkim olma zamanımız geldi. Şu bunaltıcı sıcakları yok edelim artık! Haydi, yürüyelim ovalara doğru. Yürüyelim ve yok edelim Bahar Sultanın saltanatını!”
Başlayacak savaş Kış Hükümdarının kuvvetlerini coşturmuş, kıpırdanıp duran kara bulutlar dağın doruklarından aşağılara doğru gürültüyle ilerlemeye başlamıştı. Kara bulutlar ilerledikçe birbirine sürtünüyor, gök gürültülerine hızla düşen yıldırımların korkunç ışıkları karışıyordu. İlk hamlede dağın eteklerindeki tepelere ulaştılar. Ovanın hemen üstündeki tepede, Sabah Yelinin keyif çattığı koca meşeye kadar geldiler. Sabah Yeli Kış Hükümdarının harekete geçtiğini görür görmez hızla otağın önünden sıvıştı. Ovanın üzerinde şöyle bir dolanıp Bahar Sultanı ve arkadaşlarının bulunduğu yere geldi. Aşağılarda, derenin kenarındaki söğütlükteydiler. Bahar Sultan, kızına acı haberi vermiş, kızcağız gözyaşlarına karışmış ağlıyordu.
Sabah Yeli soğuk kuvvetlerin harekete geçtiğini haber verdi. Kış Hükümdarı ve kuvvetlerinin koca meşeli tepeye kadar indiklerini söyledi. Bahar Sultan kızları yanına topladı. Birlikte Kış Hükümdarının indiği tepeye doğru yürüdüler. Kış Hükümdarı gelenleri uzaktan gördü, tanıdı. “Gelsinler bakalım, gelsinler de ayağıma kapansınlar şöyle!” diye mırıldandı kendi kendine. Bahar Sultan Kış Hükümdarının karşısına dikilirken alaycı bir üslupla konuşmaya başladı. “Bakın hele, kimler geliyor, telaşla! Hayırdır Bahar Sultan, bir maruzatın mı var?” “Nedir bu yaptığın senin? Yine bastırıp gelmiş, zulüm düzenini kurmuşsun buralara!” dedi Bahar Sultan.
“Asıl zalim olan sensin!” dedi Kış. “Yaz boyunca o dere kenarından bu söğüdün gölgesine, koşturdun durdun. Eğlenceden başka bir şey görmedi gözün.”
Bahar Sultan şuh bir edayla: “Bunun neresi kötü? Zalimlik bunun neresinde ki?” diye sordu. “Hiç kimse bana gelip soğuktan, yokluktan yakınmadı. Oysa senin hükmünde hep ah-u zar, hep feryat figan…”
Kış, burnu havada, tepeden bakan bir tavırla, gözlerini Bahar Sultan’dan ayırmadan şöyle bir dolandı. “Bilmez misin insanlar ve atlar benim zamanımda güçlenir. Hastalıklar benim zamanımda azalır. Koyunların, koçların etleri sağlamlaşır… Sen gelince ne olur? Her yanı börtü böcek sarar. Karasinekler, sivrisinekler, bin türlü haşere. İğneli kuyruklarını dikerek oradan oraya koşuştururlar. Hastalıkları oradan oraya taşıyıp dururlar. Çocuklar ateşlenir, benizleri solar…”
“Yeter, yeter bunca iftira!” diye bağırdı Bahar Sultan. “Her yanı çamur içinde bırakan sen değil misin? Fakir fukarayı ocak başlarında büzüştüren, sen değil misin? Bol bol otlar verip hayvanları semirten kim, ben! İnsanları semiz, güçlü atlara bindiren kim, ben! Renk renk çiçeği yok edip kara toprağa gömen, sen değil misin? Çayır kuşlarını yuvalarından kovup uzak diyarlara göçüren, sen değil misin? Kırlangıçlar rahatı ve huzuru neden bende bulur, düşündün mü hiç! Bülbüller en güzel şarkılarını neden benim zamanında söyler, düşündün mü hiç! Çünkü sen zalimsin. Öyle zalim, öyle katı yüreklisin ki, pırıl pırıl sevdalara bile saygın yok. O sevdayı yaşayan oğlun bile olsa…”
Bahar Sultan’ın her şeyden haberli olduğunu anlamak Kış Hükümdarını iyice çileden çıkardı. Bütün gücüyle kükredi. “Yeter, yeter konuştuğun… Yıkıl karşımdan. Oğlumu kandırmak, bana karşı kışkırtmak için kızını kullandığını bilmiyor muyum? Aşkmış, sevdaymış! Hepsi senin oyunun… Yıkıl karşımdan. Defol!”
Kış Hükümdarının kükremesine hemen soğuk kuvvetler de katıldı. Bulutlar kıpırdandı, gök gürültüsü kulakları sağır edercesine gürledi. Ateşten kılıçlarını bütün hiddetleriyle Bahar Sultan’ın ve kızlarının ayaklarının dibine indirdiler. Poyraz, Karayel, Yıldız, hışımla üzerlerine yürüdüler.
Bahar Sultan “Zalimsin, zalim… Unutma ki zalimin zulmü ebediyen sürmez. Sen de çekeceksin yaptıklarının cezasını. Sen de çekeceksin…” diye bağırırken kızlarıyla beraber adım adım geri çekildiler.
Kış Hükümdarı ile Bahar Sultanın atışması devam ederken yaylalardaki insanlar da dönüş yolundaydı. Yükseklerdeki otlaklara soğuk çiğ damlaları düşmeye başladığında onlar da çadırlarını söküp develere, atlara yüklediler. Sürülerini önlerine katıp ovalarda, dere kenarlarındaki kışlaklarına indiler. Soğuk ve zorlu günler onları bekliyordu. Karakış’tan Gücük ayının sonuna sağ-salim varabilecekler miydi? Herkes zor günlerin geldiğinin farkındaydı. Bahar Sultan ve yakınları da…
Zorlu Kışın hücumları karşısında Bahar Sultan ne yapabilirdi ki! Kızları da toplayıp adım adım geriledi. Onlar geriledikçe kış, kışlığını gösterdi. Kış Hükümdarının saltanatı bütün ovayı kapladı. Börtü böcek soğuktan büzüştü, büzüştü, larvalara dönüşüp toprağın derinlerine saklandı. Ovayı renk cümbüşüne boğan çiçekler tohumlarını toprağa emanet edip ortalıktan çekildiler. Tohumlar bulabildikleri çatlaklara sığındılar. Üzerlerinde aylar boyunca kalacak olan beyaz örtünün altında, kara toprağın bağrında aylar boyunca devam edecek sıkıcı günler başlamıştı. Sıkıcı günler başlamıştı başlamasına ama hiç olmasa güvenli ve sıcacık bir yuvaya sahiptiler şimdi. Toprak Ana çiçeklerin tohumlarını, böceklerin larvalarını sarıp sarmalamış, sıcacık kucağını açıp onları konaklatmaya başlamıştı. Ağaçlarda ise tek bir yaprak kalmamış, dallarından, gövdelerinden su çekilmiş, adeta birer hayalete dönüşmüşlerdi. Dağ zirvelerinde mağaralarda yuva kurmuş kurtlar aşağılara, tepelere kadar inmiş, üzerine bembeyaz kar örtüsü serilmiş ovada avlayabilecekleri bir av gözetliyorlardı. Zaman zaman açlığa dayanamayan tilkiler ortaya çıkıyor, üzeri donmuş kar örtüsünün altında hareket eden zavallı farelerin sesini duymaya, olabildiğince havaya fırlayıp tepesi üstü donmuş kar örtüsüne dalarak fareleri yakalamaya çalışıyorlardı.
Yayladan inip ovadaki dere kenarlarına çadırlarını kuran insanlar da zorluklarla boğuşmaktaydı. Çadırlarını ısıtmak için yakacaklarını hesaplı kullanmalıydılar. Kış Hükümdarı hiçbir yeri rahat bırakmıyor, bundan çadır halkı da nasibini alıyordu. Şiddetle esen kuzeyli rüzgârlar bazen örtüleri kaldırıp içerisini dondurucu bir havayla dolduruyor, bazen çadırın tepesinden tüten dumanı içeriye yığıyordu. Hayvanlarını bahara kadar beslemek, baharda kuzulayacak koyunları güçlü tutmak için olağanüstü bir çaba içindeydi çadır halkı. Kış Hükümdarın hâkimiyeti güçlendikçe tabiat halkının eziyeti de artıyordu. Bahar Sultan’ın eğlencelerinin yerini Kış Hükümdarının dağın zirvesindeki otağında düzenlediği sazlı sözlü eğlenceler almıştı. Tabiat halkının sıkıntıları hükümdarın umurunda değildi. Bilakis bundan zevk aldığı bile söylenebilirdi. Bazen Karayel’i bazen Poyraz’ı bazen de Yıldız’ı ovanın üzerine gönderiyor, aşağılardan gelen üzüntü dolu çığlıklara kulak kabartıp neşeleniyordu.
Dağın zirvesinde, Kış Hükümdarının büyük otağının yanındaki çadırda Berke’nin tedavisi devam etmekteydi. Henüz çiçekler kurumadan annesinin ve yoldaşı kırk ince kızın topladığı çiçekler ezilmiş, ana sütü ile karıştırılmış, merhemler hazırlanmıştı. Günden güne iyileşiyordu Berke. Havalar soğudukça yarasının sızısı artıyordu. Ancak onun asıl sızısı yüreğindeydi. Ece’yi düşündükçe yüreği burkuluyor, özlüyor, ne yapacağını bilemez halde çadırının içinde dolanıyordu. Zaman zaman gözleri dalıyor, içindeki özlem dudaklarından şiir olup, şarkı olup dökülüyordu. Annesi yarasına merhem sürmeye geldiğinde ya da sıcacık çorbalar pişirip çadırına girdiğinde oğlunun bu hallerine şahit oluyordu. Böyle zamanlarda Berke başını annesinin dizlerine yaslayıp hayallere dalıyor, onun ışıltılı saçlarını okşayan annesi, oğlunu umutlar vadeden sözlerle teskin ediyordu.
Bazen de Sabah Yeli gizlice Berke’nin çadırına giriyordu. İlk esintiyle Berke şöyle bir irkiliyor, “Endişelenme, gelen benim!” diyen sesi tanıdığında gözleri ışıldıyordu. Ne de olsa sevdiceğinden bir haber alabiliyordu bu yolla.
Bahar Sultan ve kızları ise etrafı buz tutmuş derenin kenarında, söğüt ağaçlarının arasına çadırlar kurmuş, zorlu kışı geçirmeye çalışıyorlardı. Onlar da güzel günlerin hatıralarıyla avunuyorlar, düştükleri zorlukların nedenlerini konuşuyorlar ve kışın eziyetinden nasıl kurtulacaklarının planlarını yapmaya girişiyorlardı. Ece, sevdiceğinden güzel bir haber alabilmek umuduyla günlerini geçiriyor, dualar ediyor, hüzünlü şarkılar mırıldanıyordu. Sabah Yelinin geldiği günler, bir bayrama dönüşüyordu bu yüzden.
Karakış alabildiğine bastırmıştı. Kar yağışından göz gözü görmüyor, Kış Hükümdarının fedaisi Karayel bütün şiddetiyle esip tabiat halkının bulundukları yerden burunlarını bile çıkarmalarına izin vermiyordu. Şiddetli tipi akşama kadar devam etti. Güneş batmadan önce kar yağışı bir parça duruldu. Çadır halkı şiddetli rüzgârdan sönen ateşlerini tazelediler. Ağıllara koşup hayvanlarını kontrol ettiler. Soğuktan korunmak için birer köşeye sığınan köpeklerine yal verip boyunlarını okşayarak onları cesaretlendirdiler. Akşam olurken dolunay aydınlık yüzünü gösterdi. Ay aydınlığı bütün ovayı sardı. Bir çoban kavalından içli ezgiler yayıldı. Bir ozan kopuzunun tellerini tıngırdattı. Hüzünlü ama umut dolu bir türkü duyuldu.
…
Çadırlarda yanan ateşin çıtırtıları azalmış, gürül gürül yükselen alevlerin yerini köz sıcaklığı ile uçuşan küller almıştı. Çocuklar uyumak için yataklarına çekiliyorlardı.
Ayın o gülen aydınlık yüzünden bir ışıltı koptu. Dağın zirvesinden aştı. Koca meşenin bulunduğu tepede bu dünyanın canlılarına dönüştü. Ay ışığının gümüş pırıltılar saçtığı tepenin kenarından ovaya doğru ilerleyen kızaklı bir yolcu göründü. Kocaman boynuzlu iki geyiğin çektiği kızağın arkası erzak çuvallarıyla doluydu. Çadırları birer birer dolaşarak kapılarını çalmaya başladı bu gece yolcusu. Açılan her kapıdan bir sevinç çığlığı yükseliyordu. “Ayaz Dede, Ayaz Dede… Hoş geldin Ayaz Dede!” Ayaz Dede çaldığı her kapıda sevinçle karşılanıyor, içeriye davet ediliyordu. O, çadırdaki kalabalığa göre kızağındaki erzak çuvallarından birini ya da ikisini indirip çadırın girişine bırakıyor, hal hatır sorup hasbihal ediyor, sonra da diğer çadıra doğru yol alıyordu. Çaldığı her kapıda acımasız kışın eziyetlerini dinledi. Yokluktan, kıtlıktan yakınan insanlar Bahar Sultan’ın bir an önce harekete geçmesi dileklerini dile getirdiler.
Ayaz Dede bütün çadırları dolaşıp erzak çuvallarını dağıttıktan sonra Bahar Sultan ve kızlarının çadırlarına doğru yöneldi. Bu arada Kış Hükümdarının fedaisi Karayel uyukladığı sedirden doğrulup aşağılara doğru baktı. Ovanın ucundaki hareketliliği fark etti. Hemen silahlarını kuşanıp bütün hızıyla esip geldi. Bahar Sultan’ın kapısını çalmak üzereyken Ayaz Dede’yi yakaladı. “Ne arıyorsun buralarda!” diye çıkıştı. “Gözümüzden kaçacağını mı zannettin? Bütün dağlar, bütün tepeler hükmümüz altında. Ova da, dere de sözümüzden çıkamaz. Sen, iki geyik, bir kızakla bize karşı gelebileceğini mi sanıyorsun?” Bahar Sultan çadırın önündeki gürültüyü duyup kapıyı araladı. Önce Ayaz Dede’yi görüp yüzü aydınlanırken Karayel araya girip kapıyı ittirdi. Bahar Sultan karşı koydu. “O zalimler hükümdarına hizmet etmek seni hiç mi üzmüyor?” diye sordu. “Biliyorsun değil mi, yaptıklarınızın hesabını vereceksiniz!” Önce alaycı bir bakışla baktı Karayel. Sonra bir kahkaha patlattı. “Sen mi soracaksın hesabı? Bu söylediğine ancak gülünür…” Sinirlenip kapıya hücum etti. Bahar Sultan içeride kaldı. Ayaz Dede’ye dönen Karayel “Seni bir daha buralarda görürsem, buza döndürürüm. Çabuk buralardan uzaklaş!” diye bağırdı. Ayaz Dede “Zulmün de bir sonu var. Sizin de sonunuz gelecek” derken kızağa binmeye çalışıyordu. Karayel kötü yüzünü yine gösterdi. Şiddetle esip Ayaz Dede’yi yüzükoyun karlara yuvarladı. Zorlukla ayağa kalkarken Bahar Sultan’a seslendi. “Umutsuzluğu kapılma Bahar Sultan! Cesur ol. Bütün tabiat halkı senin bir tek işaretini bekliyor. Çık ortaya, çık ve bu zulme bir son ver!” “Meraklanma Ayaz Dede, zamanı geliyor!” diye seslendi içeriden Bahar Sultan. Karayel’in sert esintileri arasında kızağında kalan son erzak çuvalını da kapının önüne indiren Ayaz Dede şiddetli rüzgâra dayanmaya çalışarak hızla oradan uzaklaştı.
Karayel otağa dönüp gördüklerini Kış Hükümdarına anlattı. Kış, kar yağışının tipiye dönüşmesi talimatını verdi. O gece başlayan tipi sonraki gün akşamüzerine kadar devam etti. Sonra yavaşlayıp sakinleşti. Ama o gün etraf hiç aydınlanmadı. Kara bulutlar güneşin önünden bir an olsun ayrılmadılar. Karakış günler boyunca bütün şiddeti ile devam etti. Bazen yağış tipiye döndü, bazen dinginleşti. Sakin gecelerde çobanlar kavallarına üflediler, ozanlar hüzünlü türküler söylediler. Günü aydınlatmak için güneşin her çıkış çabası kapkara bulutlar tarafından engellendi. Çadır halkı Ayaz Dede’nin getirdikleriyle bu zorlu kış günlerini geçirdi.
Lakin güzel günlerin, aydınlık mevsimlerin zamanı geliyordu. Bahar Sultan gizliden gizliye hazırlıklara girişti. Sabah Yeli tabiat halkını teker teker ziyaret edip onları Bahar Sultan’ın çalışmalarından haberdar etti, güzel günlerin müjdesini verip mücadeleye hazır olmalarını tembihledi. Kupkuru dallarla birer hayalete dönüşen ağaçlara gitti. Ağaç kovuklarına sığınan kuşlara, sincaplara gitti. Kaya kovuklarındaki kurtlara, toprağın oyuklardaki tavşanlara gitti. Kar örtüsünün altındaki toprağa sığınan tohumlara seslendi. “Bahar Sultan’ın selamını getirdim size. Çektiğiniz acıları biliyor. Kötü günlerin sona ermesi için bütün gücüyle çalışıyor. Yakında, pek yakında bulutları da rüzgârları da yanına alacak. Kış hükümdarına karşı hücum pek yakında… Bu zafer gününde sizi de yanında görmek istiyor!”
Perişan haldeki tabiat halkı Sabah Yeline sıkıntılarını anlatıp Bahar Sultan’ın emrinde Kış Hükümdarına karşı savaşmak için yeminler ettiler. Bahar Sultan bütün tabiat halkının desteğini arkasına almıştı. Bu güçle Kış Hükümdarına bir mektup gönderip bir an önce zulmü sonlandırmasını, başını alıp gitmesini istedi. Sabah Yeli iletmişti mektubu. Kış, yanından hiç ayırmadığı yoldaşlarından birine uzatıp “Oku bakalım, neler zırvalamış Bahar hanım…” dedi.
“Ben ki Bahar Sultanım, âlemde adaleti sağlamak ve tabiat halkının hayatını güzelleştirmek için gece gündüz çalışırım. Benim elimin dokunduğu yer güzelleşir, şenlenir, neşelenir. Su ve toprak benim eserimi vücuda getirir. Gördüğün bütün güzellikler benim sanatkâr ellerimin eseridir. Dağları, vadileri, ovaları, dere kenarlarını, göl kıyılarını, dünyanın her yanını tertemiz, rengârenk örtülerle örten benim. Çiçeklerin kokusu, kuşların şarkısı hep benim güzelliğimin yansımalarıdır. Eserlerimde sayı ve son yoktur. Sümbülün kokusu benim tavsiyemle bu kadar güzeldir. Benim tavsiyemle gülün yüzü ay gibidir.”
Mektup okundukça Kış Hükümdarı rahatsız olmaya başladı. “Neden tabiattaki bütün güzellikler onun eseri olsun ki!” diye mırıldandı bir yandan. Bir yandan da “Oku, oku!” diye seslendi yardımcısına.
“Ey Kış, senin taş kalbin, yumuşamaz vicdanın, hakka-adalete zerrece değer vermez dimağın Yüce Tanrının güzellikler için yarattığı âleme ne sunabilir ki! Sen devrini yaşadın. Seninle birlikte tabiat halkı da… Sen zevki sefada, onlar cevri cefada… Korku içinde yaşadı güzelliklere hasret tabiat halkı. Her biri bir köşeye sindi, saklandı. Gözümüzü aydınlatan o rengârenk çiçekler nerde? İçimizi ferahlatan o hoş kokular nerde? Neden bülbüllerin tatlı nağmeleri kulaklarımıza gelmiyor? Çiçekler tohumlarını sıcacık yürekli toprak anaya emanet edip çekildiler. Artık onların ne ışıltılı yüzlerini görebiliriz ne de hoş kokuların duyabiliriz. Cıvıl cıvıl ötüşleriyle hayatımıza neşe katan kuşlar sıcak diyarlara göçtüler. Hepsinin sebebi sensin.
Sen tabiat halkına ezadan, cefadan, korku ve sindirmeden gayrı hiçbir şey vermedin. Eğer yüreğinde bir parça mertlik varsa, hazır ol gidiş vaktine! Senin gidiş geminin yelkenleri çoktan rüzgârını aldı! Yüce Tanrının lütuf ve yardımlarıyla zulüm saltanatını bir anda yok edeceğim!”
Kızgınlığı an be an artıyordu Kış Hükümdarının. Yerinde duramıyor, otağın içinde dolanıp duruyordu. Okunanlar hırsını kabartıyor ama mektubun sonunu da merak ediyordu.
“Devam et, devam et” dedi burnundan soluyarak. “Bakalım daha neler zırvalamış Bahar Sultan!”
“Azmimim ve irademin haşmetini bilirsin Ey Kış Hükümdarı… Kılıcımın şark güneşi gibi yakıcı olduğunu da… Gururu ve kibri kalbinden çıkar. Öğüdümü can kulağıyla dinle. Ne buyurur Yüce Tanrı; “Emaneti ehline veriniz” der. Ülkemi baştanbaşa bana teslim et. Bir an önce toparlan ve iklim iklim, bucak bucak başını al, git!”
Artık öfkeden kudurmuştu Kış Hükümdarı. Hışımla kolunu savurup mektubu kaptı. Paramparça edip ateşe attı. Kâğıt alevlere karıştı önce. Kül oldu, közleşmiş odunların harıyla yükselip savruldu… Heyhat, ne çare… Yırtıp yaktığı sadece bir mektup değildi, ona sonunu bildiren bir hüküm fermanıydı. O kızgınlıkla otağından dışarı fırladı. Atına atladı, nereye gideceğini bilemez halde sağa sola koşturdu. Ağzından köpükler saçarak emirler yağdırdı. “Yediden yetmişe bütün tabiat halkı askerimdir… Tez zamanda toplansınlar! Nereye kayboldu bulutlar, nerde yıldırımlar şimşekler! Çabuk toplanın!” Ne var ki Kış hükümdarının hükmü geçmişti. Zulmü en yakınındakileri bile canından bezdirmişti. Kimse onun emrini dinlemedi. Herkes kaçıp bir köşeye saklandı. Sabah Yeli bütün olup biteni gizlendiği yerden gözetliyordu. Kış Hükümdarından çekinip saklananlara birer birer yaklaştı. “Korkmayın artık, saklanmanıza gerek yok. Görmüyor musunuz onun otağının dışında sözünü dinleyecek kimsesi kalmamış. Otağının içi bile şüpheli. Oğlunu sırtından vuran birinin yanında, ancak güçlü olduğu sürece, ancak ondan korkanlar durur. Artık sizin yeriniz Bahar Sultan’ın yanıdır. Haydi, buralarda korkuyla büzüştüğünüz yeter. Tez zamanda Bahar Sultan’ın saflarında birleşin!”
Bahar Sultanın çağrısına ilk cevap veren günışığı oldu. Bir sabah güneş sıcak yüzünü gösterdi. Donmuş kar örtüsünün üzerindeki kristalleri aydınlattı, ovayı boydan boya ışıltıyla doldurdu. Çadırların kapı aralıklarından sızdı, kat kat yorganların altında uyuklayan çocukların yüzlerinde gezinip güzel günlerin müjdesini verdi. İlk cemreydi bu. Hava bir nebze ısınmış, donmuş kar örtüsünün altındaki soğuk toprak ise sırasını beklemekteydi. Parlak gün ışığıyla gözleri kamaşan çocuklar yorganların arasından birer ikişer doğruldular. Yataklarından çıkıp günlük giysilerini giydiler. Anneleri erkenden kalkıp çadırın ortasındaki ocakları tutuşturmuştu. Güneşin aydınlığı çocukların yüzlerine yansıdı. Sevinçle annelerine sarıldılar, oynamak için çadırlarından dışarı fırladılar.
Dere kenarlarında sular donmuş, buz kristalleri arasında ışıl ışıl akmaktaydı. Salkım söğütlerin narin dalları soğuk havaların verdiği katılığı henüz üzerinden atamamıştı. Tüm ovayı kapatan kar bir tabaka halinde donmuş, bu örtünün üzerine sonradan taze kar yağarak örtüyü yükseltmişti. Çocuklar izler açmaya çalışarak kar üzerinde sağa sola koşturdular. Elleri kızarıncaya, yanakları pespembe oluncaya kadar kartopu oynadılar. Kardan adam yaptılar. Ağızlarından burunlarından buharlar çıkartarak, donmuş kar örtüsüne bata çıka, nefes nefese kızaklarını sürükleyip koca meşeli tepeye kadar tırmandılar. Oradan şen kahkahalar atarak kaydılar.
…
Güneşin yüzünü bir gösterip bir kaybolduğu günlerin birinde Sabah Yeli, elinde bembeyaz ipekli bir mendille Ece’nin çadırına girdi. “Sana Berke’den güzel haberler getirdim… Ama müjdeliğimi isterim!” Sabah Yelinin ellerine sarıldı Ece. Mendili aldı, kokladı, kokladı! Katlarını açıp içindeki kurutulmuş kırmızı yabangülüne sevgiyle baktı. Öylece kalbinin üstüne bastırıp hayale daldı. Sabah Yeli bu güzel tablodan oldukça etkilenmiş, onu seyrediyordu. Hayallerinden uyanan genç kız Sabah Yenine dönüp “Neymiş o güzel haberlerin, söyle bakalım!” dedi heyecanla. “Önce müjdelik!” diye nazlandı Sabah Yeli. “Bana bu güzel hediyeyi getirdin ya dile benden ne dilersen!” dedi Ece. “Senin mutluluğundan başka ne isteyebilirim ki!” dedi Sabah Yeli, ardından anlatmaya başladı. “Öncelikle Berke’nin sağlığı çok iyi… Tamamıyla iyileşti. Ve senin hakkında annesiyle konuştu.” “Ne konuştular Sabah Yeli, ne konuştular?” “Lafı uzatmaya gerek yok güzeller güzeli… Yakında dünürcülerin gelecek, haberin olsun…” Bu haber Ece’yi göklere uçurdu. Çadırının içinde dönerek dans etmeye, şarkılar söylemeye başladı. Onun şarkılarını annesi de duydu ve şaşkın bir vaziyette içeri girdi. “Ne oluyor kızım, nedir bu sevinç?” demeye kalmadan Ece annesinin boynuna sarıldı, ellerinden tuttu, çekiştirerek dans etmeye, şarkılar söylemeye devam etti. “Hadi söyle güzel kızım. Nedir bu sevincin sebebi?” “Berke’den haber geldi anne! Dünürcüler gelecekmiş yakında!” Bahar Sultan’ın çehresi yumuşadı önce. Yüzüne tatlı bir gülümseme yayıldı. Sevgili kızı büyümüştü, evlilik çağına gelmişti ve işte dünürcüler haber göndermişlerdi… Sonra düşünceye daldı. “Ne oldu anne, neden yüzün asıldı?” diye sordu Ece. “Babası, o zalim Kış Hükümdarı nasıl razı olacak bu evliliğe?” Sabah Yeli lafa karıştı. “Oğluna yaptıklarından sonra onun söz söyleyecek hali mi var Sultanım?”
…
Yine böyle, güneşli ama soğuk günlerden bir gün dağın zirvesinden aşağı, ovaya doğru bir kafile yola çıktı. Berke, annesi ve her ikisinin yoldaşları en güzel koşum takımlarıyla süslenmiş gösterişli atlarla Bahar Sultan’ın çadırına doğru ilerlediler. Sabah Yeli yine ilk haberi ulaştıran oldu ve bu kez müjdeliğini aldı. Misafirler geldi, halleşildi, konuşuldu, düğün günü kararlaştırıldı. Nevruz’da, baharla birlikte yepyeni bir gün doğacaktı bu gençlerin hayatında. Tabiattaki o kutlu buluşmalara, tohumla toprağın buluşmasına, arıyla çiçeğin buluşmasına … bir yenisi eklenecekti. Bahar Sultan nazik bir dille Kış Hükümdarını da düğüne davet etti.
…
Bahar ilk cemrenin ılık nefesini günışığıyla birlikte havaya indirmişti. Ardı ardına gelen güneşli günler karın üzerindeki donmuş tabakayı yumuşattı önce. Akşamüzerleri ılık havaya bahar yağmurları eşlik etti. Artık sonsuz ve sınırsız bir beyazlıkla tüm tabiatın üzerindeki örtüde yırtıklar oluşmuştu. Toprak, ana kucağı kokusuyla bu yırtıklardan ortaya çıkıyordu. Yağmur suları iplik iplik toprağa sızıyor, Toprak Ana’nın kucağına sığınan çiçek tohumları bu ılık yağmurların ipliklerine tutunarak başlarını toprağın üzerine uzatmaya çalışıyorlardı.
Toprağın kirli yüzü hızla temizlendi. Bahar Sultanın görkemli ordusu ilerlemeye başlamıştı. Çimen, piyadelerini yeşil bir deniz gibi öne sürmüştü. Çiçeklerden ilk öne çıkan çiğdemler oldu. Onlar cennet bağının narin güzelliklerinden biriyken Yüce Tanrı’nın emriyle dünyaya gönderilmişlerdi. Bu yüzden benzi sarı, gözü yaşlı, gönlü gamlıydı çiğdemlerin. Cennet bağına dönmek, ilahi iltifata ermek için hep en önden yürür, umutlarını her dem taze tutarlardı. Bu yüzden baharın ilk fedaisiydiler. Bu solgun benizli fedailer beyaz örtünün yırtıldığı, kara toprağın buğulanıp kendini gösterdiği her yerde ortaya çıktılar. Onlara mavi çiğdemler eşlik etti.
Birkaç gün sonra dağın eteklerine kadar tepeliklerde kardan çok yemyeşil çimenlikler görünüyordu. O eziyetli kışın hükmü güneş ışıklarının ulaşamadığı koyaklarda, sırt arkalarındaki küçücük oyuntularda geçiyordu artık. Koca meşeli tepenin üzerindeki sırttan ötelere doğru uzanan otlaklar yemyeşil çimenlerden, sarı ve mavi çiğdemlerden bir renk cümbüşü içindeydi.
Artık bir sonsuz bahar ülkesiydi bütün âlem. Dağın en tepesine tünemek zorunda kalan Kış Hükümdarının yenilginin kızgınlığıyla yapabildiği, ancak sıcaktan bunalan ovaya doğru serin rüzgârlar göndermekten ibaretti. Bahar ülkesinde korkuya yer yoktu artık. Ne gelincikler için güz rüzgârlarının ayakları altında ezilme korkusu, ne baygın kokulu reyhanlar için kış fırtınalarında donup kaybolma korkusu… Sadece tabiat değil, çadırlarda genç kızlar ve gelinler de hasretle bekledikleri bahara hazırlanmışlardı. Ovadan tepelere doğru tüm tabiat yemyeşil çimenden, rengârenk çiçeklerden halılarla donanmıştı. Çadırların içlerine ise kış boyunca dokunan dallı güllü halılar serilerek adeta tabiata nispet yapılıyordu.
…
Bir sabah kızlı-oğlanlı bütün çocuklar neşeli gülüşmelerle çadırlarından çıkıp meydanda buluştular. Ellerine ucu sivri sopalar almışlar, kollarına küçük sepetler takmışlardı. Hep birlikte koca meşeli tepeyi aşıp yukarılardaki otlaklara doğru koşturdular. Neşeli kahkahalar atarak soğanlarıyla birlikte çiğdem topladılar. Kollarına taktıkları sepetler öğleye doğru soğanlı çiğdemlerle süslenmişti. Sabahki neşeleriyle koşuşturarak çadırlara doğru geldiler. Çiğdem alayının önünde diğerlerine göre biraz daha uzunca boylu bir çocuk yürüyor, elinde ucuna kırmızı bir bez bağlanmış bir sopa taşıyordu. Çadırları tek tek ziyaret etmeye başladılar. Geldikleri her çadırın önünde maniler söyleyip “çiğdem aşı” için erzak istediler.
Çiğdem çiğdem çiçecik
Ali Baba gökçecik
Çiğdem geldi kapıya
Yağ çıkartın yapıya
Yağ olmazsa bal olsun
Oğlun uşağın sağ olsun
Çiğdemlerden sonra, şimdi de çocuklar baharı müjdeliyordu. Çadırların kapıları neşeyle açıldı. Kimi bulgur çıkarıp verdi, kimi yağ. Bazıları da azdan çoktan harçlık için para verdi çocuklara. Bütün çadırları dolaştıktan sonra çocuklar yine şarkılar söyleyerek, oyunlar oynayarak koca meşenin bulunduğu tepeye doğru koşuşturdular. Biraz sonra meşenin altından duman tütmeye başladı. Taşlardan kurdukları sacayağın üzerine tencereyi yerleştirip çiğdem soğanlarını da kattıkları pilavlarını pişirmeye başladılar. Bir yandan pilav pişerken tepenin üzerindeki düzlükte iki takıma ayrılıp yeni bir oyuna tutuştu çocuklar. Menekşeler kısacık boylarıyla bu heyecanlı oyunu görmek için büyük gayret sarf etti. Papatyalar ve göz alıcı pembe çiçeklere sahip devedikenleri uzun boylarının avantajıyla çok daha kolay izlediler karşılaşmayı. Serçeler, karatavuklar hatta bir de tavşan vardı bu eğlenceli oyunun seyircileri arasında. Takımlar birbirinden yirmi-yirmi beş adım uzaklıkta karşılıklı dizilerek el ele tutuştular. Oyunu başlatacak takımın oyuncuları hep bir ağızdan karşı takıma doğru seslendi; “Menekşeee!” Karşı takım cevap verdi: ”Mendilim düşeee…” “Bizden size…” “Mehmet düşeee…” Mehmet takım arkadaşlarının elini bıraktı, karşı takımda el ele tutuşan Ayşe ile Ali’nin ellerini ayırmak için hızla koştu ve onların kollarına çarptı. Ayşe’nin gücü bu çarpmaya dayanamadı ve Ali’nin elini bırakmak zorunda kaldı. Mehmet’in takımından bir sevinç çığlığı yükseldi. Mehmet Ayşe’yi kendi takımına kattı.
…
Çiğdem eğlencesinin gecesinde hava birdenbire soğudu. Çiğdemler bir yana, Bahar Sultan’ın zafer yürüyüşüne katılan mor menekşeler de neye uğradıklarını şaşırdılar. Arılar yakınlarındaki çiçeklere bile gittiklerine bin pişman oldular. Anlaşılan kışla baharın mücadelesinde son çatışmalar meydana gelmekteydi. O gün güneş gücünü ancak akşamüzerine doğru hissettirebildi. Ancak çadır halkı o güne bir başka şekilde hazırlanmaktaydı. Kadın erkek, çoluk çocuk erkenden uyanıp çadırlarından çıktılar. Çobanlar sürülerini taze otlu meralara götürürken kalanlar etraftan ağaç dalları toplayıp meydanda yakacakları nevruz ateşlerinin hazırlıklarına giriştiler. Kazanlar kuruldu, nevruz aşları kaynatıldı. Yaygılar serilip neşe içinde yemekler yendi. Akşamüzeri hava dinginleşip güneş hükmünü göstermeye başladığında nevruz ateşleri yakıldı. Çocuklar ateş etrafında çılgınca oyunlar oynadılar. Büyük ateşin etrafında birbirlerini kovaladılar. Daha küçük ateşlerin üzerinden atladılar. Büyükler de dertleri tasaları geride, ateşte bırakmayı dileyerek ateşin üzerinden atladılar. Hava kararırken büyük ateşe yeni dallar atıldı. Ozanlar çalgılarını alıp geldiler. Zorlu kıştan, çektikleri sıkıntılardan söz ettiler önce. Sonra baharın güzelliklerine geldi sıra. Ozanlardan biri sazının tellerine vurdu, ardından bir türküye başladı:
“Çiğdem der ki ben âlâyım, yiğit başına belayım
Hepisinden ben âlâyım, benden âlâ çiçek var mı?
Al baharlı mavi dağlar, yârim gurbet elde ağlar”
Onun bıraktığı yerden bir başka ozan aldı sözü:
“Nevruz der ki ben nazlıyım, sarp kayalarda gizliyim
Mavi donlu gök gözlüyüm, benden ala çiçek var mı?
Al baharlı mavi dağlar, yârim gurbet elde ağlar”
Ve bir başkası:
“Sümbül der ki boyum uzun, yapraklarım düzüm düzüm
Beni ak gerdana dizin, benden ala çiçek var mı?
Al baharlı mavi dağlar, yârim gurbet elde ağlar
Böylece ozanların türküleri birbiri takip etti. Gecenin geç vakitlerine kadar devam etti eğlence. Çocuklar koşturup oynadı, büyükler yaylaya çıkışın muhabbetini etti, kadınlar güzel bir yıl geçirme ümidiyle söyleştiler. Genç kızların dilindeyse Ece ile Berke’nin aşkı vardı.
Ece, bütün bu curcuna arasında Sabah Yelini Berke’ye haberci göndermiş, yazdığı mektubuna sevgisini, özlemini ve kavuşma dileğini sıralamıştı. Berke de aynı heyecanlar içindeydi. Sevdiceğinden aldığı mektubu annesiyle paylaştı. “Yeni mektup aldım gül yüzlü yârden, gözletme yolları gel diye yazmış! Anneciğim, heyecanımı sana anlatamam! Ah, ah yarın olsun, yarın olsun bir an önce…” “Telaşlanma aslan oğlum. Yaşayacağın güzel günler geldi işte. Bütün hazırlıklar tamam. Yarın ovada, düğünlerin en güzelini yapacağız. Seninle birlikte biz de mutlulukların en yücesini yaşayacağız…”
Sabah erken saatlerde düğün alayı yola çıktı. Kış Hükümdarı ve yoldaşları, karısı ve kırk kızı, Berke ve yaşıtı arkadaşları atlarını süslemişler, davullar-zurnalar çalan çalgıcılar yol havalarından eğlenceli oyun havalarına geçerek büyük bir neşe içinde ovaya doğru ilerlediler. Kış Hükümdarının yüzü donuk ve mahzundu. Ancak onun sessizliği alayın neşesini etkilemiyordu. Bahar Sultan, Ece ve onların yoldaşları, çadır halkı, kuşlar ve çiçekler onları karşılamaya çıktı. Koca meşeli tepenin üzerindeki düzlükte buluştular. Davul zurna sesleri, karşılama ve neşeli oyun havaları birbirine karıştı. Berke’nin heyecanı anlatılır gibi değildi. Uzaktan Ece’yi görür görmez atından atlamış, koşarak yanına gelmiş, ellerinden tutup onu atından indirmişti. Birazdan herkes atlarından indi. Düğün yerine, derenin kenarına doğru oyunlarla, türkülerle ilerlediler.
Bahar Sultan önce Berke’nin annesini karşıladı. Sonra Kış Hükümdarının ellerini tuttu. “Mahzun olma. Bilirsin ki hayat bir devridaimdir. Gecenin ardında gün aydınlığı, yazın ardında kış soğukları… Yüce Yaratan böyle kurmuş bu dünyanın düzenini. Bu denge değil midir bütün tabiat halkını ayakta tutan. Bize düşen makul olmaktır herhalde. Saltanatımızı zulme dönüştürmemek, kışın da baharın da güzelliklerini hep birlikte yaşamak…” Kış Hükümdarı duyulur-duyulmaz bir sesle “Doğru söylüyorsun…” diyebildi. Buyur edildiği gölgeliğe geçip oturdu.
Eğlence bütün güzellikleriyle devam ediyordu. Ece ile Berke kalabalığın arasından sessizce ayrıldı, dere kenarına, o ilk buluşmalarını yaşadıkları salkım söğüdün altına doğru yürüdüler…