23 NİSAN 1920; Türkiye Büyük Millet Meclisi açıldı. ATATÜRK; “Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir!” diye açıkladı, o gün, “HAKİMİYETİ MİLLİYE BAYRAMI” oldu ve çocuklara armağan edildi. 1923'te “ÇOCUKLARIN ROZET BAYRAMI”, sonrasında “ÇOCUK BAYRAMI” adını aldı, 1929'da iki bayram birleştirilerek “HAKİMİYETİ MİLLİYE VE ÇOCUK BAYRAMI" oldu... "23 NİSAN ULUSAL EGEMENLİK VE ÇOCUK BAYRAMI" Kutlu Olsun! Türk çocukları başta olmak üzere bütün çocuklar daima özgür, güvende ve mutlu yaşasın…

Demokrasi ve Devrim

“Siyasi rejim milletlerin elbisesidir. İçinde bulunduğumuz şartlara göre bize en uygun elbise demokrasidir…Şunu da gözden uzak tutmamalıyız ki, demokrasinin başarılı olması, toplumdaki milli şuurun kuvvetiyle orantılıdır. Ancak demokrasinin en büyük kusuru ise; istidat, zekâ ve kalite yerine kalabalığı koymasıdır”…
Nihal Atsız’ın bu tespiti yazı boyunca baş köşede duracak; devrim konusunda bizlere ışık olacaktır.
Türk toplumu, tarih sahnesinde adı geçtiğinden bu yana yalnız harpteki mahirliği ile değil; aynı zamanda isyanlarıyla da anılmıştır.
Baskıyı, zulmü kabul etmeyen; ne var ki baskı ve zulüm altında olduğunu da bıçak kemiğe dayanmadıkça fark etmeyen bir toplum olduğumuzu kabul etmemiz gerekir. Türk; vatan sevgisi adı altında evladı, aşı, hatta yeri geldiğinde başı alınandır. Vatana her şeyini feda eden, ama nihayetinde de o vatana hep veda edendir. Vatan onunla sağ olur, onunla selamete erer. O ise iyi günde kenardan izlemekle mükelleftir. Devrim ateşi içlerine düşene değin bu böyle devam eder.
Ancak Türk toplumu nezdinde devrimin tezahürü, diğer toplumlardan farklıdır.
Birçok toplumda devrimi getiren işçi sınıfı, köylü sınıfı ve fiziksel olarak ezilmekten bıkmış olan cahil öfkeli halktır.
Türk toplumunda ise devrim ve hürriyetin karşılığı olan haklar; okumuş(aydın) kesimin yönlendirmesi veya isyanı ile kabul ettirilmiştir. Demokrasi tarihimizdeki isyanlar askeri gücü elinde bulunduranlar tarafından olmuş; devrim ruhu halka geçememiştir.
Haliyle Türk Halkı hürriyeti doğru tanımamış, çoğu zaman düzenin değiştiğini bile fark etmemiş, ‘azıcık aşım ağrısız başım’ inancı ile “Biz ne bilek beyim, böğükler bilir.” demeye devam etmiştir.
Devrimin kalıcı olabilmesi için karşılıklı dökülmüş kan gerekir. Osmanlı’nın son döneminde bir grup vatansever kan dökerek ve kanını dökerek bir başarıya ulaşmışsa da; halkta tezahürünü tamamlayamadığı sürece kalıcı olamayacaktır. Kan kaybetmeyen halk, devrime sahip çıkamayacaktır. Çünkü eğitilmemiş bir toplumda, demokrasi yalnızca kuru kalabalığın çıkardığı boş lakırtıya kulak verilmesidir.
İttihat Terakki’nin yaktığı devrim ateşi Atatürk ile halkın gönlüne yerleşmiştir. Ancak Atatürk’ün vefatı ve süreci uzatan isyanlar sebebiyle; devrimci ruh bulunsa da zemini doldurulamamış ve ilk zelzelede de hasarlar başlamıştır.
Devrim her zaman önce bir kolun kalkması ve ardından binlerce kolun onu takip etmesi ile gerçekleşmez. Ayrıca her zaman olumlu bir sonuca da gitmez.
Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün ve İsmet Paşamızın vefatından sonra maalesef ki şu an içinde bulunduğumuz tersine devrimin taşları döşenmeye başlanmıştır. Üst katmanı kuru bir toprağın altı balçığa dönmüş; içinde yılanlar dolaşmakta, üstünde sinekler uçuşmaktadır artık.
Ancak bu devrimciler, 6. Filo’ya karşı etten bir duvar gibi duran çocuklar değil;
O gün 6. Filonun karşısında namaza duranlardır .
Sloganlar tok ve yüksek sesle değil,
Gayet alçak ve kulaktan kulağadır.
Yeni devrimin adını yıllar sonra, bu sözde  devrimci(!)lerin mağdur ettiği vatansever kesim koyacaktır.
Eşzamanlı mağduriyetlerden beslenerek orduya, politikaya, eğitime, sağlığa, hizmete, belediyelere sızılmıştır çoktan.
Bu ters devrim, hünerini bilhassa vatanseverler üzerinde göstermiştir.
Şüphesiz yıllar sonra çocuklarımız bu günleri anarken fetöcü olmakla itham edildiği için intihar eden şerefli  Yarbay Ali Tatar’ı bizler gibi yad edecek;

“Hukuksuzluk sürecine hukuk adına saygı gösterilemez.

Bu şekilde giderseniz ne yönetecek bir ordu, ne yaşayacak bir cumhuriyet, ne de bir ülke bulamayacaksınız. Şunu bilin ki, en küçük suçu ve günahı olmayan ben, bu yapılan hukuksuzluğa isyan ve bu karanlığa bir nebze ışık olabilmek hayatıma son veriyorum.”

Cümlelerini okuduğunda;
Organize olmuş cehaletten daha korkunç hiçbir şey olmadığına şahit olacaklardır.
Ancak unutulmamalı ki Türk, bıçağın kemiğe dayandığı yerde gezer . Son raddeye kadar anlamaz, son anda sezer.
Gecikilmiş de olsa o baş eninde sonunda kalkacaktır.
Bu halk yeri geldiğinde ağzını açacak ve Şair Namdar Efendi’nin dizeleriyle seslenecektir zalime ;

“Politikacılar!

Neyimiz eksik sizden kardeşimiz?
Boyumuz mu posumuz mu kaşımız mı gözümüz mü?
Amcamız mı dayımız mı?
Yoksa bilmediğimiz kötü bir huyumuz mu?
Sizinki kırmızı da bizimki siyah kan mı?
Sizinki can da bizimki patlıcan mı?”

Bunlar ilginizi çekebilir...

Bir yanıt yazın