Pasaportsuz, vizesiz, dövizsiz, zahmetsiz, bavulsuz, valizsiz bir seyahate çıkmak istersen benimle gelebilirsin. Şarkılar arasında bir gezintiye ne dersin?.. Cevabın evet ise, hemen başlayabiliriz.
Elinden yanmaktan başka bir şey gelmiyor ve yakamayıp “Bendeki sûzidil var mıdır acep/Tutuşup can veren pervânelerde…” deyip duruyorsun; haklısın; lâkin kâfi mi?.. “O güzel gözlerle bakmasını bil…”; bununla da yetinme: “Sevda pınarından gelen bir su ol/Gönülden gönle akmasını bil…”
İçkide teselli aramak; insanın kendi kendisinden kaçmasıdır ve tek kelimeyle âcizliktir… Buna rağmen “Def-i gam etmek için alet ise peymânedir” deyip illâ içmek istiyorsan “Sun da içsin yâr elinden peymâneyi”; sıra sana gelince… “Dudaktan iç meyi; cânân elinden alma gönül!..”
Kim demiş “Aşk nedir, nasıldır, bilen var mı?” diye… Onu, bencileyin “Gönlünün hevesini bir zülf-i siyahkâre düşürene” sor.
Bir gün gelir sana da “Saçların târümar, gözlerinde nem; ateşe benzerdin, küle dönmüşsün” diyecekler çıkabilir… Onun için sen, sen ol, “Bu zevk u safânın sahn-ı çemenzâre kalma”yacağını unutma!
“Nazlı yâri sen büyüttün, el” mi aldı… Hayrete ne sebep!.. Bu dünya böyledir: “Gül yağını eller sürünür; çatlasa bülbül”…
“Mehtâba bakıp ağladığın çok geceler var” ve.. içini dökecek, dert yanacak bir sırdaşın yoksa, bu şarkı da sana:
“Bir ben bilirim çektiğimi, bir dahi Allah”.
Hayatın sürprizleri biter mi sandın!.. “Hâb-ı gâhı yâre girersin arz için ahvâlini”.. sonra “Bir perişan hâlini görüp unutursun hâlini”…
Sen “Çiçekler derleyeyim/Bir demet eyleyeyim/Demeti neyleyeyim/Sen yârim olmayınca” dersin… Havva kızı da cevap verir: “Yedi yıl karşımda dursan yine sana yâr olmam!..” Olan olmuş, “Bir dâme düşürmüş seni baht-ı siyâhın/Vallahi bu sevdâda senin yoktur günâhın…” Gayrı yerinir misin, dövünür müsün; orası senin bileceğin iş: “Olmaz ilâç sîne-i sad pârene/Çâre bulunmaz bilirim yârene”.
“Sazlar çalınsa da Çamlıca’nın bahçelerinde/Bülbül sesi olsa da şarkıların nağmelerinde” sen yine “Neyleyim baharı yazı, sen olmayınca” diyeceksin değil mi?..
Nice canlar yakmış, nice yuvalar yıkmış, her dem taze bir âfet-i devrân ise söz konusu:
“Her tel saçı bir ter dudağın değdiği yerdir/Uslanmadı, yaşlanmadı, hayret senelerdir”.
“Kişioğlunun çektiğine dağlar taşlar bile dayanmaz” derler; ne doğru söz… Üzülme, metîn ol:
“Zamanla belki geçer, bu aşk da, hicran da”.
Karşı taraf, uğrunda yanıyor “Sebep sensin günülde ihtilâle” deyip devam ediyor: “Bana sensiz cihânda can ne lâzım”… Ama bu senin umurunda bile değilse cevap mı yok:
“Geçip de karşıma gözlerin süzme/Yok sana meylim, kendini üzme”.
Bir zamanlar sen de sevmiş, sen de sevilmişsin.. fakat bir gün.. aranızdan bir kara kedi geçmiş ve “Bir gurur mahvetmiş hem onu, hem seni”… Açık konuşmalısın: “Senin için yanan kalbim şimdi sönmüş, bir kaya”… Bu da yetmediyse “Ağlasan da faydası yok, sevsen de zamanı geçti”…
“Baharın gülleri açtı/Etrafa neş’eler saçtı/Yine mahzundur şu gönlün” değil mi?.. Öyleyse bir başka şarkıya başlayıver:
Görmedim uysun felek âmâlime/ Ağla ey dil, ağla durma hâline”…
Sen neşideler okur, bülbüller gibi şakır ve en güzel şarkıları söylerken, o, hislerine saygısızlıkta bulundu; bununla da kalmayıp kalbini kırdıysa:
“Dil yâresini andıracak yâre bulunmaz!..”
Yıllardır görmediğin, hatta unuttuğun sevgilinle karşılaştın, dertlerin depreşti, râşelerle, helecanlarla dolup taştın ve perestişle ürperdinse:
“Bir yangının külünü yeniden yakıp geçtin”…
Güneş battı… Sular karardı… Gecikmesek iyi olacak dostum… “Gönül yarasından acı duyanlar, feleğin kahrına boyun eğermiş”… Şu şarkıyı beraber söyleyip, aşk çöllerinden dönmeye hazırlansak nasıl olur:
“Sevda yolu pek uzunmuş; varamadım, yoruldum”…