Her yıl bu dönemler geldi mi çocuk ve gençlerin olduğu evlerde eğitimle ilgili telaş yeni bir boyut kazanır. Telaş, yalnızca çocuk ve gençlerin olduğu evlerde deyip geçmeyin çünkü ülkemizin öğrenci nüfusu neredeyse 20 milyona yakın ve bu sayı birçok ülke nüfusundan bile fazla.( Bu telaşın onların akrabalarının, dostlarının ve komşularının evlerinde de büyük ölçüde hissedildiğini, yaşandığı da kesin.) Dolayısıyla bir eğitim ve sınav döneminin sonlarına doğru her evdeki telaş daha da büyür. Çocukları ilkokul yıllarında olan anne babalar bu yıllarda daha sakin olurken sınıflar büyüdükçe aynı anne babalar çocuklarına daha büyük ve zor hedefler koyar. Bu yaklaşım biraz da anne babaların kendi gençlik günlerinde ulaşamadıkları hedeflerini de gösterir ki, çocukların üzerinde kurdukları manevi baskı hakikaten üzücüdür.
Aslında ülkemizin eğitim yapısıyla ilgili hepimizin çok daha derinlikli ve eleştirel düşünmesinin zamanı geldi de geçiyor… Dünyanın yeni bir siber çağın içine girdiği ve eğitimin bambaşka biçimler aldığı şu zamanda, toplumun tüm bireylerinin eğitimle ilgili farklı ve belki de aykırı önerilerde bulunması gerekiyor. Bu önerilerin içine eğitim kurumlarının fiziki şartlarından tutun da, öğretmenlerin eğitim sürecine, eğitimin içeriğine, teknoloji ve eğitim ilişkisine dair onlarca başlık koymak mümkün.
Eleştiri ve önerilerde kimsenin, hiçbir kurumun alınganlık yapmasına, “bunu en iyi ve yalnızca ben bilirim, biz biliriz” saplantısı içine girmesine gerek yok. Kabul etmeliyiz ki bir toplumun yarınını hazırlayan, içi dolu, işlevsel ve neden sonuç ilişkisini öğretebilen eğitim modelleridir. Eğitim hayatı boyunca gerekli gereksiz bilgileri ezberlemek zorunda kalan gençler en basit sorunlarda çaresiz kalıyorsa, meslek edinecek yaşları gerilerde bırakıp bir tornavidayı, makası, süpürgeyi bile kullanamıyorsa bu durum bile eğitim modelimizle ilgili düşünmemizi zorunlu kılmakta…
Özellikle algının en yüksek olduğu çocukluk ve gençlik günlerinin upuzun eğitim yılları da ömürden, ömürlerden geçip gidiyor. Bu yüzden eğitimde geçen yılların devlet, okullar, aileler ve gencin kendisi tarafından çok bilinçli olarak yönlendirilmesi şart. Neredeyse yirmi yılını, okul sıralarında geçiren çocuklarımıza yalnızca diplomaların yetmediğini hepimiz göstermek zorundayız. Klasik anlamdaki eğitim modelleri ve diplomaların yetersiz kaldığı bir dünyanın tam içindeyiz çünkü.
Sonra şunu da düşünmeliyiz ki, hayatın içinde yalnızca diplomalarla yapılacak mesleklere ihtiyaç yok. Hepimiz günlük hayatta yaşıyoruz; damlayan bir musluğun contasını kırıp dökmeden değiştiren, bozulan bir elektrik devresini bilinçle onaran, şekilsizce uzayan bir saçı usturupluca kesen, topuğu düşmüş ayakkabının tamirini esaslıca yapan, dokuma atölyelerinde özenle çalışan ustalara, gençlere, insanlara da ihtiyacımız var.
Bir ülkede herkes yalnızca masa başı işlerde çalışmaya şartlanarak yıllar boyu okul kapılarında yığılırsa bu isimlerin büyük kısmı doğal olarak hedefine ulaşamaz. Peki, bu süre içinde yaşı yirmilerin üstüne çıkmış genç insanlar, o yaştan ve yıllardan sonra, az önce dile getirdiğimiz meslekleri nasıl öğrenip yapacak, başarı kazanacak…
Daha da önemlisi; bir işe yarama, para kazanma, toplumla iletişime geçme duygularını nasıl edinecek…?
Kaldı ki bu genç insanların bu tür meslekleri küçümseyen yaklaşımlarındaki önyargıları düzeltmek bile neredeyse bir ömür alacak durumda artık..
Kimse nalbant olmak istemiyor, boyacı olmak istemiyor, terzi olmak, berber olmak, şoför olmak, çiftçi olmak, köylü olmak istemiyor.
Herkesin gönlünde yatan, ruhları darmadağın eden televizyon dizilerindeki hanımlar ve adamlar gibi bir eli yağda bir eli balda kolayca yaşamak… Oysa bu mümkün değil çünkü gerçek hayat bu değil…
Neredeyse hepimizin evinde bu gelgitleri yaşayan ve yaşatan genç insanlar var. Günümüzde eğitimin temel işlevi üretim sürecini hızlandırmak ve güçlendirmek olmalıdır hem de hayatın her alanında. Eğitim yalnızca masa başı iyi gelirli işlerde çalışmanın anahtarı değildir. Dünyanın ekonomik güçlükler içinde olduğu, her gün yeni savaşlar verdiği bir dönemde çocuk ve gençlerimizi daha donanımlı, pratik uygulamaları bilir yetiştiremezsek bugünleri bile arar olabiliriz..
Ayrıca hiç unutmayalım ki, bir ülkenin bayrağını gerçek anlamda dalgalandıran başarılar öncelikli olarak kültür, sanat ve eğitim alanındaki sürekli ve bilinçli çabalardır.
Ekonomi, eğitim ve gelir düzeyinde çok yukarılarda olan bir ülkenin spor takımını, her anlamda yoksulluk içinde olan bir başka ülke takımı beş kere üst üste yense de, dünya itibar liginde iki ülkenin yeri inanın ki milim oynamaz… Sadece; galip ama yoksul ve yoksun ülkenin insanları sevinmiş olur; hatta bu başarılara abartılı tepkiler vererek bir anlamda çaresizliklerini unutmak isterler ama hayat devam ederken görülür ki asıl olan kalıcı başarılar ve üretmektir.
Bunun yolu da nitelikli, sorgulayan, bireyi ezmeyen ama gelenek ve kültürüne de sırtını dönmeyen eğitimdir…
Sözümüzü çok yıllar önce yaşanmış gerçek olayı aktararak tamamlayalım; Almanların futbolda fırtına gibi estiği dönemde dünya kupasını kazanmaları üzerine dönemin Alman cumhurbaşkanı futbolcuları makamında kabul eder ve mealen şunları söyler; “ Başarınızı kutluyorum ancak unutmayın yaptığınız tanımsız bir maharet, dünya uygarlığına katkı ve insanlığı hastalıklardan koruyacak unutulmaz bir buluş değildir…Başarınızı kutlayın ama kendinizi de Kaf Dağı’nda görmeyin.. Yaptığınız yalnızca bir topa iyi vurmaktan ibaret”
İsteyen okurlarımız cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün “ben sporcunun zeki çevik ve ahlaklısını severim…” cümlesini de dönemin Alman devlet başkanı için bile bir yol gösteren cümle olduğunu düşünebilirler ki bu da akla uzak değildir….